5 Haziran 2010 Cumartesi

Zamanın Tozu (Füsun Çiçekoğlu, Mesele Dergi, Ocak 2010, 37. Sayı)

Hiçbir şey sona ermedi, ermez de… Hiçbir şey asla sona ermez… Hikâyemi, zamanın tozu altında donuklaştıran geçmişten çıkarıp almaya geldim…

Theo Angelopoulos, Zamanın Tozu’nda bugünden ve dünden bahsediyor bize. Asla sona ermeyecek olan bir hikâyeden, başka bir dünyanın hayalinden, üçüncü kanattan bahsediyor. Kanadı kırılmış bir yüzyılın, 20.yüzyılın hikâyesini anlatıyor. Hikâyelerin üzerine serpelenen, yaşanmış ve yaşanmakta olan her şeyin üzerine çöken zamanda, sınırlardan ötede ve beride geçen bir yol hikâyesi film. Zamanın Tozu geçmişle gelecek arasında akordeon gibi açılıp kapanan bugünü anlatırken geçmişin, dünün değil bugünün parçası olduğunu, hatıraların geçmişe değil bugüne ait olduğunu hikâye ediyor.

Yaşanmış olanın ve yaşanmakta olanın, büyük ve küçük her şeyin üzerine zamanın tozu çökerken Eleni Karaindrou’nun müziği zamanın içinde, üzerinde ve ötesinde usul usul dolaşıyor film boyunca. Karaindrou “zaman zaman akordeonun çok özel bazı anlara renk katması ve obuanın müziğimin dokusuna kırılgan dokunuşları olması gerektiğini hissettim.” diyor filmin müziği için.

Angelopoulos’un 20. yüzyılı, kişisel tarihiyle harmanlayarak anlattığı üçlemesinin ikincisi Zamanın Tozu (I skoni tou hronou), üçlemenin ilk filmi Ağlayan Çayır’daki (To livadi pou dakryzei, 2004) doğrusal zaman anlatımının tersine, döngüsel zaman anlayışıyla ve zamanlarla mekânlar arası geçişler ve sıçramalarla çekilmiş. Zamanın Tozu’ndaki mekân ve zamanlar, filmin anlattığı 20. yüzyıl gibi sürekli bir alt üst oluş içinde. Zamanın Tozu’ndan üçüncü filmine nasıl geçeceğini henüz kendisi de söyleyemiyor Angelopoulos. Üçlemeye devam etmeyebileceğini üçüncü filmin üçlemeyi birbirine bağlayan ara bir film olabileceğini söylüyor.(1)

Ağlayan Çayır, 1919 yılından başlayarak, 2. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi Yunanistan’da yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmelerle aktarıyordu. Zamanın Tozu, Ağlayan Çayır’dan devraldığı sözü 2. Dünya Savaşı dönemiyle devam ettiriyor. Film içinde film, zaman içinde zaman, mekân içinde mekânla dolaşıyor Angelopoulos’la 20.yüzyılı Zamanın Tozu.

Film, yönetmen A., Roma’da, Cinecitta stüdyolarında film çekerken başlıyor. A.nın çektiği film, annesiyle babası olan Eleni ile Spyros’un ve Eleni’ye duyduğu aşkı Temirtau’dan ömrünü sona erdirdiği Berlin’e kadar yaşatan Jacob’un onlarla birlikte akan hikâyesini anlatıyor. Kazakistan, Sibirya, Roma, Berlin, Leipzig, Toronto ve New York hikâyenin mekânları. Cinecitta stüdyolarında başlayan film, içindeki filmin sona ermesiyle, Brandenburg kapısında yeni bir umut, üçüncü kanat umuduyla bitiyor. Filmin zamanı, 2. Dünya Savaşı ve sonrasında 20. yüzyıl.

Spyros ve Eleni’nin aşkı iç savaşta Yunanistan’da başlıyor. Yolları Spyros’un Amerika’ya gitmesi, Eleni’nin Selanik’te kalmasıyla ayrılıyor. Yunan Komünist Partisi üyesi olan Eleni tutuklanıp, iki kadın direnişçiyle birlikte hapisten firar ederek Sovyetler Birliği’ne kaçıyor. Spyros, Eleni’yi bulmak için başka bir adamın hayatını ve ismiyle, kaçak olarak Sovyetler’e gidiyor ve Eleni’ye, Temirtau’da Stalin yönetimindeki Sovyetlerde yedinci devleti kurmakla görevli Yunan Komünistlerinin arasındayken ulaşıyor.

Stalin’in hastalığı nedeniyle ülkede karışıklıklar yaşanıyor. Spyros’un Eleni’yi bulduğu gün, Stalin’in öldüğü güne denk geliyor. Gri, siyah giysileriyle, kürtün sürmüş çalıların arasından yürüyerek meydana toplanan yorgun halka Stalin’in ölümü “Onun yüce kalbi artık atmıyor” diye duyuruluyor 5 Mart 1953’de. O gün troleybüste yaşadıkları kısa mutluluğun bedelini, ihbar üzerine polislerce yakalandıklarında Spyros hapse girerek Eleni Sibirya’ya sürgüne yollanarak ödüyorlar. Eleni’nin Spyros’u yeniden bulması için sürgünlüğünün bittiği 1974 yılını beklemek gerekiyor. Spyros’a A.’yı beklediğini, eline ulaşmayacağını bilerek yazdığı mektupta “içimde bir bebek büyüyor” diye haber verir Eleni. Stalin’in ölümüyle başlayan yeni dönemin simgesidir A, onun öldüğü gün ana rahmine düşüyor.

A.nın Mart 1953’de, Stalin’in öldüğü günde başlayan hayatı, 1956 Aralık ayında Eleni’nin Sibirya sürgünündeki can yoldaşı Jacob’un kız kardeşine yollanmasıyla annesinden kopuyor. Oğlunu yolladığı trenin ardından salladığı eli, üçüncü kanada uzanan meleğin eli gibi uzun süre havada kalır Eleni’nin ve oğluyla Spyros’un adlarını sayıklayarak yılları geçer. Eleni’nin Sibirya’dan Spyros’a yazdığı kayıp son mektubu, annesinin adını koyduğu kızı Eleni’nin yastığı altında bulmasıyla öğrenir A. kendi hikâyesini.

Bu uzun yıllar boyunca Eleni’den ayrılmayan Jacob annesi, babası toplama kampında öldürülmüş bir Yahudi’dir. Eleni’ye bağlılığı, 1974’de Sovyetlerden Avusturya’ya iade edildiklerinde hep hayalini kurduğu İsrail’e gitmekten alıkoyar onu. Eleni Sovyetler Avusturya sınırında bir ayrım noktasına geldiklerini söyleyerek onu İsrail’e gitmeye teşvik ederse de başarılı olamaz. Geri dönülecek yer yoktur Eleni için, o hep ve her yerde sürgündür zaten. Jacob seçimini yapar ve onunla Amerika’ya gitmeye karar verir.

Sınırın geri dönüş ve uzaklaşma çağrısı onlarla beraber yolculuk eden diğer sürgünlerde farklı yankılar bulur. Yaşlı bir adam ülkesinde çektiği eziyetlere rağmen yurdundan, toprağından ayrılmanın zorluğuyla yere çöker sınırın öte yanında, sınırı geçemez bir türlü. Onu sınırın beri yanına davet eden, torununun küçük eli olur. Büyükbabasını, kendisinin ondan dinlediği bir ninniyle çağırır yanına, “Uyu neşe kaynağım/Evin ışıkları söndü/Bahçedeki kuşlar uykuya daldı/Göldeki balıklar da uykuya daldı”.

1974’ü sınırda karşılar sürgünler. Jacob bir şiirle dans eder Eleni’yle yeni yılı kutlarken. Anna Ahmatova’nın hapishanenin damından etrafa savurduğu şiirlerinden biridir Jacob’un okuduğu: “ Yürüdükçe biz kalabalığın ve gürültünün ortasından / Meleğin sessizliğiydi başımızı derde sokan / İndirdi kanatlarını, dokunmak için toprağa ve çamura / “tek ütopyam üçüncü kanattır” diye haykırdı sonra”.

Angelopoulos’un bu şiiri, Stalin döneminde oğluyla birlikte tutuklu kalan, güzel şiirleri yıllarca Rusya’da yayımlanmayan Anna Ahmatova’ya adanmıştır. Şiir, Ahmatova’nın şiirlerinden mahrum edilmenin, baskıya karşı çıkışın ve ütopyanın, üçüncü kanadın varlığına hâlâ inanabilmenin 21.yüzyılıdır aslında.

Filmin çekimi sürer bir yandan; çekimi kayıp mektubu bulamadığı için durduran A. şarkısına “Nehir Kıyısında Dans” ismi vermek isteyen kompozitöre, “Sonra, çok sonra,” der. Annesinin “Son zamanlar uyandığımda bu nehir gibi kokan sular damlıyor parmaklarımdan” sözlerini tekrarlar ve bestelenen parçanın adını koymaya çalışırken müzik kaydının yapıldığı stüdyoda, telefon çalar. Arayan, kızı Eleni’dir. A.nın kızı reel sosyalizmin çöküşünün simgesi olan Berlin Duvarının yıkıldığı akşam, daha dünyaya gelmeden babasının rüyasına girmiştir.

10 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışını annesine telefonla haber verirken “Yeni Çağ’ı görmenin zamanı gelmişti” diyen A.., o gece bir rüya görür. Annesiyle beraberdir rüyasında, sonra annesinin yerini Eleni isimli küçük bir kız alır, şimdi hem kızı hem annesidir, hem geçmişi hem geleceğidir Eleni. Annesinin yarım kalan, hırpalanan rüyasını, başka bir dünya hayalini 21. yüzyıla taşıma umududur küçük Eleni. Babası, büyükannesinin “nehir gibi kokan sular damlıyor parmaklarımdan” sözlerini stüdyoda tekrarladığı sırada çalan telefonda babasına, “önemli bir şey yok elim kanıyor” der. Reel sosyalizmin çöküşünün, barbarlık günlerine dönüşün bütün fırtınalarının torun Eleni’nin ruhunda estiği hissedilir. Eleni, “Bu fırtınanın ortasında doğanlar kuracaklar yeni dünyayı. Onlar duvarlar örmeyecekler. Onlar kimliklerini kaybedip satılığa çıkarmayacaklar. Onlar bizim doğrularımızın, bizim değerlerimizin hiçbirini benimseyip taşımasalar da, yeni bir dünyanın insanı olacaklar.”(2) kehanetini doğrular gibidir. Şiddetin kol gezdiği, anlamın kaybolduğu dünyada ölmek istemekten başka yolu kalmamış gibidir henüz on yaşındaki Eleni’nin. İki Eleni arasında, dün ve bugün ile gelecek arasında salınımlarla ilerler sonrasında film. Umudu diri tutan, hayallerinden başka sığınak bulamayan ve geçmişin büyük rüyasına hâlâ inananlarla rüyasız kalmış, karabasanlar çağının çocukları arasındaki salınımlarla. Bir umudun yitirildiği bir çağın yeni bir umuda açılabilmesi için geçmişle bağlarını koparmamasını, geçmişi tazeleyebilecek umudun gelecekte olduğunu anlatır filmin devamı.

Eleni’nin zorluklarla ulaştığı Amerika’da Spyros’u başka bir hayatın içinde bulması, Jacob’un her yerde Spyros’u arayan Eleni’yi kabullenişle hep beklemesi aradan çeyrek asır geçtikten sonra Jacob’un belleğine bir oyun oynar. Berlin’de onları ziyaret ettiği otel odasını, yirmi beş yıl önce New York’ta Eleni elindeki adresle her yerde Spyros’u aramaya çıktığında hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi onun dönüşünü beklediği otel odasına benzetir Jacob. 1999’un son günündeki Eleni’yle Spyros’un odası bellekte 1974 New York’undaki Eleni ve Jacob’un odasına dönüşüverir. Zaman ve mekân kaymasıyla yaratılan bu geçmemiş geçmiş zaman duygusu A.nın evinde ve Cinecitta stüdyosunda aynı evin sahneye dönüştürülmüş platosunda da yaşanır sık sık.

A. ile Eleni’nin Kanada Amerika sınırında on sekiz yıl sonra ilk kez buluşmaları, Eleni’nin Spyros’u unutabilmek için Toronto’da bir lokantada çalışmaya başlaması, Spyros’un Eleni’yi yeniden bulması birbiriyle iç içe geçerek filmin sonunda bu kez de Spyros’u zamanda ve mekânda yolculuğa çıkarır. New York’dan yurtlarına, Yunanistan’a geri dönmek üzere yolculuğa çıkan Eleni ve Spyros’a yirminci yüzyıl biterken her türlü geri dönüşün imkânsızlığını kanıtlarcasına Eleni sosyalizmin çöküşünü simgeleyen kentte kalır. Jacob’un geri dönüşsüz gidişini öğrenmez ama sezdiği hissedilir bu vedayı. Eleni’nin parmaklarından nehir gibi kokan sular damlar son dakikalarında yine.

“Ölmek istiyorum” diyen torununu buldukları evsiz barınağından almaya gittiğinde bütün ömrünü ortadan kalkması için mücadeleye harcadığı yoksulluk ve sefaleti görmez gibidir Eleni. Umudunu kurtarmaktan başka bir şey görmez gözü. Yeni yüzyılda yaşamaya devam edecek yurtsuz ve umutsuz genç kuşakların sığınakları olmayışı ve devlet şiddetinin hiç değişmeyen yoğunluğu umudun, üçüncü kanadın, meleğin sessizliğinin genç kuşağın eliyle canlanacağı inancına sarılmaktan başka yol olmadığını gösterir.

Ölmeye gidecek olan Jacob ile ölmekte olan Eleni’nin simgelediği eski yüzyıl söner ince ince tozuyan kar altında. 31 Aralık 1999 gecesinde Berlin’de yeni yüzyılı karşılayan, Beethoven’in 9. Senfonisi olur, aynı 1989 yılı sonunda olduğu gibi… Brandenburg kapısından geçer Spyros elini tuttuğu torunu Eleni’yle yeni yıl sabahında, başka bir zamana…

1989’da Aralık sonunda, Brandenburg Kapısı’nın açıldığı günde kentin doğusunda ve batısında kurulan dev ekranlardan yayınlanışıyla simgeleşen 9.Senfoni’nin finaldeki sevinç bölümünde Doğu’da ve Batı’da tüm meydanlardan “özgürlük” sözcüğü yükselmişti. Bu özgürlüğün nasıl bir özgürlük olduğunun, geçilen başka zamanın “ya barbarlık ya sosyalizm” çığlığının geçerliliğini gösterir filmdeki evsizlerin barınağı.

“Burada yatıyor gömülü / Rosa Luxembourg / Polonyalı bir Yahudi / Öncü savaşçısı Alman işçisinin / Buyruğuyla Alman ezenlerin / Öldürüldü. Ezilenler / Gömün bölünmüşlüğünüzü.” diye sesleniyor Berthold Brecht yoldaşı Rosa’ya şiirinde. Rosa Luxembourg ile Karl Liebkhnecht’in 15 Ocak 1919’da Berlin’de, Cornelius Kanalı’na atılarak öldürüldüğü yerde “Onlar barış, demokrasi ve sosyalizm için savaştılar.” yazılı bir levha var şimdi. Berlin’in evsizleri barbarlık çağında yıkık binalara sığınıyor. Rosa Luxembourg’un yüzyıllık seslenişi kulaklarımızda: “ya barbarlık, ya sosyalizm!”

Kapitalizmin özgürlüğü aç kalma, yoksullaşma, yoksunlaşma, polisten dayak yeme, göçe zorlanma, eğitimsiz kalma ve tüketme, sadece tüketebildiğin kadar var olma özgürlüğüdür. 1989’da Brandenburg Kapısı işte böyle bir “özgürlükler” çağına açılmıştır. 1989’daki o geceyi Oya Baydar şöyle aktarır Brandenburg Kapısı’nda Ölüm’de:

“Gecenin rozeti mutlu gülümsemeyi takındım dudağıma. İnsan seline karıştım. Bir daha hiçbir şeyin hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını; bir daha hiçbir zaman kıpkızıl dalgalanan meydanlarda Enternasyonal’i otuz dilden söyleyerek, aynı sorunsuz inanç, lekesiz umut ve kuşkusuz güvenle yürüyemeyeceğimizi; birbirimize öyle tasasız, yalın, gururlu sarılamayacağımızı biliyordum artık. (…)

Henüz başındaydık, henüz kızıl yıldızlar görkemli kubbelerinden sökülüp yerlerde çiğnenmemişti. Yarı-tanrıların dev heykelleri, yüz yıldır intikam gününü bekleyen haçları, saliplerin ve sermayenin zafer çığlıkları arasında yerlerinden indirilip parçalanmamıştı. İnançlarımızla, hayatlarımızla, ölülerimizle kurduğumuz hayal dünyaları, iskambilden şatolar gibi birbiri ardına yıkılmamıştı daha. Çatlayan duvarın deliklerinden, çatlaklarından taşan bu yığınların, yanlışı düzelteceğini, eksiği tamamlayacağını korku dolu da olsa umutla bekliyorduk. Henüz kimliklerimizi ve belleklerimizi yitirmemiştik. Bir çarpışmayı kaybettiğimizi düşünüyorduk, savaşı değil.”(2)

Kaybedilen savaşa yeniden girişmenin yolunu gösterir gibidir Angelopoulos Zamanın Tozu’nun son sahnesinde: geçmişle barışık bir gelecek, rüyanın yeniden başlaması, ütopyanın diriltilmesinden başka yol yoktur artık. Berraklığını yitirmeye başlayan hikâyemizi zamanın tozu altından kurtarmaktan başka çare yok der Angelopoulos Zamanın Tozu’nda.

Dipnotlar:

(1) Mahmut Hamsici, “Theo Angelopoulos: Umudumu hiç yitirmedim”, Radikal, 19 Haziran 2006

(2) Oya Baydar’ın Elveda Alyoşa, kitabı dört bölüme ayrılmış on iki öyküden oluşur. Oya Baydar’ın Berlin Duvarı’nın yıkılışının simgelediği sosyalist sistemin çöküşüyle ilgili anı, gözlem ve duygularını aktardığı kitabın son bölümü Brandenburg Kapısı’nda Ölüm’dür.
Bu bölümde, Berlin Duvarı’nın simgelediği sosyalizmin yıkılışı sırasında yaşananlar sosyalizme inanmış bir Alman kadının ağzından, epizotlar halinde anlatılır.

Kaynaklar:

Alexis Grivas, “Theo Angelopoulos pulls Dust of Time from Venice”, 28 July, 2008, http://www.screendaily.com/theo-angelopoulos-pulls-dust-of-time-from-venice/4040040.article

Alin Taşçıyan, “Bir kadın, bir aşk, bir yüzyıl”, Milliyet, 21 Ocak 2003.

Anastasios Papapostolou, Theo Angelopoulos with «The Dust Of Time» in Mumbai Film Festival” 20 October 2009.

http://world.greekreporter.com/2009/10/20/theo-angelopoulos-with-%C2%ABthe-dust-of-time%C2%BB-in-mumbai-film-festival/

Dan Fainaru (Der.), Theo Angelopoulos, Agora Kitaplığı, Şubat 2006

Mahmut Hamsici, “Theo Angelopoulos: Umudumu hiç yitirmedim”, Radikal, 19 Haziran 2006.

Oya Baydar, Elveda Alyoşa, “Brandenburg Kapısı’nda Ölüm”, Can Yayınları, 1991.

Ronald Bergan, “Angelopoulos pulls the punches at Thessaloniki”, 25 November 2008. http://www.guardian.co.uk/film/filmblog/2008/nov/25/1

Seray Genç, “Zamanın Tozu Geçmişin Üzerindedir”, Halkın Gazetesi Birgün, 23 Ekim 2009.

www.theoangelopoulos.com/upcoming.htm

Film fragmanları için:

http://www.sinemagazin.net/zamanin-tozu-film-izle.html

http://tr.sevenload.com/yayinlar/sinema-com-fragman-kanali/bolumler/5GcuXYN-Zamann-Tozu-2009-The-Dust-Of-Time

Film müziği için:

http://www.ecmrecords.com/Catalogue/New_Series/2000/2070.php?lvredir=712&doctype=Catalogue&acat=Artists%2FNastasa+Sergiu%23%23Sergiu+Nastasa

Angelopoulos üçlemeyi şöyle özetliyor:

"1922 yılında yüzbinlerce mübadil Kuzey Yunanistan’a geldi. Gelenleri barındıracak yer yoktu. Ellerine geçirdikleri her malzemeyle köyler inşa ettiler. Ben kırklı yıllarda Atina’da büyüdüm. İşgal yıllarıydı. Ardından iç savaş çıktı. Atina’nın banliyölerinde de böyle derme çatma köyler vardı. Bu projeyle 20. yüzyılın öyküsünü ve 21. yüzyılın başlangıcını anlatıyorum. Bir üçleme olacak. Bir kadının 3 - 90 yaşları arasını konu alıyorum. Tarih ve zaman içindeki kişisel öyküsünü. İlk film "La prairie aux larmes / Ağlayan Kırlar" Yunanistan’da başlıyor. Buradan Odesa’ya geçiyor. 1919 Kızıl Ordu işgali sırasında. İkinci film "La troisieme aile / Üçüncü Kanat" Özbekistan’da, Taşkent’te başlıyor. Sibirya’ya gidiyor. Stalin döneminin sonunda, 1953’te Moskova’ya geliyor. Macaristan - Bosna sınırında, İtalya’da geçen bölümler var. Üçüncü Film "Le retour impossible / İmkansız Dönüş" 1970’lerde Vietnam Savaşı sırasında New York’ta ve Toronto’da devam ediyor.
"Temel olarak bir kadının öyküsü. Aynı zamanda bir aşk ilişkisinin. Kadın ve erkek birbirlerini ve kendilerini arıyor. Bazen birleşiyor bazen ayrılıyorlar. Yalnızca aralarında geçenlerden dolayı değil tarihi olaylardan ötürü. Beni etkileyen Kral Oidipus, Antigone gibi trajedilerden izler taşıyor. Bu filmde yapmak istediğim bütün bu zaman spanlarından, 20 yüzyıldan bana arta kalanı anlatmak. 20 yüzyıla insanlığın ne tür bir duyguyla başladığını ve devam ettiğini. Bütün bu politik akımlara, insan eylemlerine ne olduğunu anlatmak ki 21. yüzyıla nasıl başladığımızı bilelim. Tarihi bir üçleme değil. Birbirlerinin devamı da olmayacaklar. İlki trajik bir filmi, ikinci bir yol filmi, üçüncüsünde ise fantastik ögeler baskın. Üçü de ayrı türde olacak. Filmlerin dili geçtiği mekâna göre değişecek. Yunanca, Rusça, Özbekçe, İtalyanca, Almanca, İbranice, İngilizce, Fransızca kullanılacak."

Amerika’ya göç
Göç olgusu daha önceki yapıtlarından da bilindiği gibi Angelopoulos’un sinemasına yön veren başlıca etmenlerden biri. Bu bağlamda üçlemeyi de göç üzerine kurguluyor:
"Mübadele bir felaketti. Gelenler, hiçbir şeye sahip olmayan insanlardı. Yüzyıllarca ayrıldıkları yerde yaşamışlardı. Başlarına geleni talihsizlik olarak gördüler. Yavaş yavaş kaynaştılar yeni toplumla. Benim ailem göçmen değil. Kökleri Yunanistan’da. Bu benim öyküm değil. Yakınımızda yaşayan kişilerin öyküsü. Bütün göçmenlerinki. Sadece Türkiye’den gelenlerin değil. Sovyetler Birliği’nden, Mısır İskenderiye’den Afrika’nın başka yerlerinden. Sonra ellilerde Almanya vb. ülkelere çalışmak için göç edenler geri döndü. Sadece Amerika’ya gidenler orada kaldı. Ancak yaşlı köpekler gibi ölmek için evlerine dönüyorlar. Amerika insanları emiyor. Orada yaşayanlar önce Amerikalı sonra İtalyan, Yunanlı her neyse.
"Dünyanın tarihi böyleydi. Devamlı bir göç vardı. Devam edecek. Afrika’dan yoksul ülkelerden göç sürecek. 2010 yılında Avrupa’da 150 milyon göçmenin yaşayacağı tahmin ediliyor. Politik ve ekonomik nedenlerle...
"20. yüzyılın kaderi Amerika’ya göçle belirlendi. Bütün dünya yoksullarının rüyası Amerika’ya gitmekti. Amerika vaat edilmiş topraktı.
"Bizim ölçümüz, Avrupa’nın ölçüsü ne yazık ki artık Amerika’ya bağlı. Ne yazık ki diyorum çünkü ben özerk bir Avrupa özlüyorum. Oysa Avrupa bugün Amerika’nın politikasını izliyor. Bu durumdan hiç de gurur duymuyorum. Bir Avrupalı olarak gurur duymuyorum.
"Amerika, Irak’a saldırırsa tam bir felaket yaşanacak. Korkunç bir değişim olacak. Bütün dünya bu nedenle acı çekecek.
Önce bölge ülkelerinin ekonomisi çökecek, sonra Avrupa ekonomisi".

Rüyamızı kurtaran besteci: Eleni Karaindrou

1982 Selanik Film Festivali’nde en iyi film müziği ödülünü alan Rosa filminin müziklerini yapan Karaindrou, Rosa’nın şarkısında der ki:

“Benim adım Rosa/Çatıların üzerinde/Rüzgârın ötesinde esen/Ruhun şarkısıyım/Dünyayı değiştirmeye çalıştım/ve rüyamızı kurtarmak için bir şarkı oldum sonra…”

Rosa Luxemburg için yapmıştı bu şarkıyı Karaindrou.

Yıllardır birlikte çalıştığı Angelopoulos için yaptığı film müzikleriyle rüyamızı kurtaran şarkılara imza atan Kariandrou çocukluğundan akıp gelen “Rüzgarın, kiremit çatıdaki yağmurun, koşuşan suların müziğini, bülbüllerin şarkılarını. Sonra, kar sessizliğini”, duyan; küçük köy meydanındaki festivallerde çalınan klarnet ve flüt seslerinin yankılarına kulak veren; kadınların mısır soyarken söyledikleri türküleri dinleyen; sırtüstü uzanıp yıldızları sayan; kiliselerde çalınan Bizans müziğinin içinden geçen; köyünden Atina’ya gelip elektrikle, radyoyla ve arabalarla tanıştığında evinin yanındaki sinemadan taşan” müziği yazıyor yine Zamanın Tozu’nda.


Angelopoulos, henüz ikisi de gençken Karaindrou’yla çalışmaya başlamalarını ve birlikte yaşlanmalarını anlatırken bunun bir seçim değil adeta bir kader olduğunu söylüyor bir söyleşisinde ve birlikte çalışma hikâyelerini şöyle anlatıyor:

“Eleni ile nasıl çalışmaya başladım biliyor musunuz? Başka bir film için müzik yapmışlığından haberim vardı. Onunla ilk karşılaşmamda, karar vermek için onu tanımam gerektiğini, bunun için de konuşmamız gerektiğini söylemiştim. Evime yanında bir kayıt cihazıyla geldi. Ona birlikte çalışıp çalışamayacağımızı bilmediğimi ama filmin hikâyesini anlatmak istediğimi söylemiştim. Filmin hikâyesini anlatmaya başladım, yaklaşık iki saat konuştum ve o da tüm bu konuşulanları kaydetti. Ben belki görüşürüz belki görüşmeyiz derken, bir hafta sonra elinde bir kasetle geldi. Kasette bir müzik parçası, piyano parçası vardı. 'Sizin konuşmanızı koydum ve dinlerken bunu çıkardım nasıl buldunuz?' diye sordu. Ve bu, filmin müziğiydi! Şimdi bile her seferinde bana bir kayıt cihazıyla gelir, anlattıklarımı kaydeder ve sonra müziği yaratmaya çalışır. Dolayısıyla bu buluşma bir aşk gibiydi, aramızda bir çekim oluşmuştu. Tüm çalışma arkadaşlarımla aram böyledir. Sadece profesyonel insanlarla çalışmam. Ekibimdeki insanlarla kişisel ilişkim vardır. Söylediğim gibi, hepsi benim ailemdir. Mesela dekorcu, sadece orada çalışan biri değildir, ona sahneyi anlatırım, filme katılmasını isterim, sahneyi bitirdiğimizde bu sahnenin yardımcı 'auteur'ü duygusuna sahip olur.”(1)

Karaindrou Zamanın Tozu’ndaki derin melodik kompozisyonlarda sadece keman, çello ve arp’ın enstrümantal renklerinin hassas uyumunun değil, müziklerin yapımına katkı veren üç müzisyenin benzersiz kalitesinin de çok önemli olduğunu vurguluyor. Yunanistan’da yaşayan bu müzisyenler, Arnavutluk ve Romanya doğumlu Sergiu Nastasa, Renato Ripo ve Maria Bildea. Sergiu, Renato ve Maria. Onların kendi müzik geleneklerinin (tsiganiko) ve hassasiyetlerinin enstrümanlarını çalışlarındaki titreşimi etkilediğini düşünüyor Karaindrou ve şöyle sesleniyor onlara:

Birkaç nota, nehir kıyısında bir dans,

Solan bir temas, bir ayrılık.

Esir hayatlar

Ve bir asır kayboluyor,

Tozla kaplayarak

Şairlerin rüyalarını.

Nostalji şarkısı

Ruha işliyor.

Sergiu, Maria, Renato,…

Teşekkürler size

Benimle söylediğiniz için bu şarkıyı

Filmin müzikleri:

  1. Kaybolmuş Zaman (Le temps perdu)
  2. Dans Teması Varyasyon II
  3. Notalar
  4. Arayış Varyasyon II
  5. Nehir Kıyısında Vals
  6. Çözülen Zaman I
  7. Tsiganiko I
  8. Dans Teması Varyasyon I
  9. Arayış
  10. Sibirya Anıları
  11. Çözülen Zaman II
  12. Notalar II
  13. Tsiganiko I
  14. Arayış Varyasyon I
  15. Dans Teması
  16. Sıla Hasreti
  17. Nostalji Şarkısı
  18. Yalnızlık
  19. Elveda

1 yorum:

Böyle biri yok dedi ki...

Hocam, şöyle bir başladım, çok hoşuma gitti ama bölünmekten bitiremedim. Malum, yazı uzun.
Arşivime atayım ki kaybolmasın.
Mail yoluyla alabilirsem bu akşam mutlaka okuyacağım.
Eleştirecek kadar bilgi birikimim yok. Ama ne anladığımı kısaca paylaşırım, yazının etkisi hakkında bir veri olur en azından.
Saygılar.