5 Haziran 2010 Cumartesi

MÜBADELE RESİMLERİ

Homofobi Hastalıktır! Judith Butler “Queer-Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset” (Füsun Çiçekoğlu, Mesele Dergi, Haziran, 2010, 42. Sayı)

Judith Butler, Kaos GL’nin ev sahipliğinde yapılan 5. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma için 15 Mayıs 2010’da Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeydi. LGBT grubundan bazı Avrupa Parlamenterlerinin, büyükelçilerin ve uluslararası İnsan Hakları topluluğunun temsilcilerinin de aralarında bulunduğu 14 ili kapsayan 5. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşmanın ana ekseni Türkiye’de LGBT bireylere karşı uygulanan ayrımcılığın tartışılmasına olanak tanımak, bu alanda yaşanan sorunların görünürlüğünü artırmaktı. Homofobi ve transfobi karşıtı etkinliklerin yer aldığı Buluşma 5 Mart’ta başladı 17 Mayıs’ta sona erdi. Buluşma’nın en önemli etkinliği Judith Butler’ın Türkiye’de ilk defa bir panelde konuşacak olmasıydı.

Judith Butler SBF Büyük Amfi’de

Queer Kuramı’nın kurucusu olarak kabul edilen Judith Butler, beden, cinsiyet, söylemsellik, olumsallık ve performatiflik gibi anahtar kavramlarla toplumsal cinsiyet tartışmalarının tüm dayanaklarını yerinden oynatmış bir düşünür. Postyapısalcılık, psikanaliz, feminist teori üzerinde çalışan ve feminist siyasetin yeni biçimlerinin öncülerinden olan Judith Butler’ın SBF’deki konuşmasının başlığı “Queer-Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset”ti. Paneli izlemeye gelenler Judith Butler’la dinleyecek olmanın heyecanıyla SBF’nin Büyük Amfi’sini saatler öncesinden doldurmaya başladılar. Oturulabilecek ve ayakta durulabilecek bütün boşluklar dolduktan sonra bile içeri girmek için kapının önünde bekleyenler vardı.

SBF tarihinde ilk defa bir konferans için Büyük Amfi’nin dışına projeksiyon yerleştirildi. Kalabalıktaki neşeli hal, Butler’ı bekleyişin uzamasıyla bozulacağına daha da arttı. Panelin moderatörü Zeynep Gambetti önce salondakileri kapıda kalanlara yer açabilmek için biraz daha fedakârlıkta bulunmaya sonra da panelin ardından Kızılay’a yürümeye davet etti. Her iki önerisi de alkışlarla hemen kabul gördü Gambetti’nin. Panele gelmek için herkesin sevinçle bir telaşa katlanmış olduğu ayaküstü kurulan sohbetlerde paylaşıldı. Eskişehir’den, Van’dan, Trabzon’dan Ankara’ya Judith Butler’ı dinlemeye gelenler birbirlerine yolculuk hikâyeleri anlattılar.

Judith Butler’ı beklerken bu önemli buluşmaya destek verenlerden Uluslararası Kaynak Ağı’nın (International Resources Network-IRN-www.irnweb.org) Ortadoğu bölgesi koordinatörü Nadic Alan söz alarak araştırmacılar, aktivistler, sanatçılar, akademisyenlerin farklı cinsellikler hakkında görüş paylaşımında bulunmasına destek veren IRN hakkında bilgi verdi. IRN’nin Queer araştırmalarının Batı ağırlıklı olmaktan kurtarılmasına ve Queer tartışmalarında Güney-Güney diyalogunun artırılmasına verdiği önemden söz eden Alan, IRN’nin Temmuz sonu veya Ağustos başında Türkiye’de bir toplantı düzenleyeceğini bildirerek bu toplantıya katılım ve destek çağrısında bulundu.

Nadic Alan’ın konuşmasından ve Gambetti’nin Butler’ın felsefesini ana başlıklar halinde özetlemesinden sonra bir süre daha devam eden bekleyişi sona erdiren Büyük Amfi’nin kapısında mahcup, sakin ve kalabalığın dışarılara taşan heyecanından biraz da şaşkın Judith Butler’ın görünmesi oldu. Alkış kıyamet karşılandı Ankara’da bu ufak tefek, sade, sevimli insan. Uzun süren alkışlar dindikten sonra da Butler’ın bir saate yakın sürecek olan konuşmasının bir kelimesini bile kaçırmamak için bütün salon kürsüye kilitlendi. Başlarkenki sakinliğini hiç bozmadı konuşması boyunca. Bir yazısında dediği gibi, insan meselesiyle başladı ve insan meselesiyle bitirdi konuşmasını. Yine Butler’ın sözleriyle, sanki başka bir şekilde başlanabilir ve bitirilebilirmiş gibi! Evrensel olarak paylaşılan bir insanlık durumu mevcut olduğundan değil, küresel şiddetin ışığında kendisini meşgul eden sorular etrafında ördü başlangıcı ve bitişi insanda olan konuşmasını.
Homofibi hastalıktır!

“Cinsel azınlıkların haklarını korumak için mücadele verenlerin cesaretini kutlamak için buradayız bugün” diye başladığı konuşmasını şöyle sürdürdü Butler, burada bulunuşumuzun nedeni kabul görmeyen hiçbir azınlığın, dışlanmış bütün azınlıklar özgürleşene kadar özgürleşemeyeceğini hatırlamak içindir. Türkiye’de trans cinsiyetlilere uygulanan şiddetin farkında olduğumuz, bu şiddete karşı durduğumuz için ve tüm dünyada bütün cinsiyetlerin özgürce ve kamunun koruması altında yaşanabilmesini savunduğumuz için bugün burada bir aradayız. Bu, farklı cinsel tercihlere sahip oldukları için, seçtikleri görünüm için, normalliğe ve tutuculuğa karşı oluşturdukları tehdit nedeniyle öldürülenlerin hayatını onurlandırmak anlamına geliyor. Hepimiz azınlıklara uygulanan polis şiddetine karşı olmalıyız. Polis şiddetinden neyi kast ettiğimi açıklayayım: cinsiyetin sadece genel kabul gördüğü şekliyle görünür olmasında ısrar edenler, cinselliğini veya toplumsal cinsiyetini kurallara aykırı olarak yaşayanları suçlu veya hastalıklı kabul edenler devletin polis gücüne dahil olsun ya da olmasınlar, polisleşmektedirler.

Bilindiği gibi, cinsel azınlıklara şiddet uygulayan bazen doğrudan polis gücü olurken bazen de trans cinsiyetli kadınların öldürülmesini “cinai” bulmayan, bu konuda soruşturma yapmayan ya da toplumun trans cinsiyetli mensuplarına karşı uygulanan şiddeti önlemekte yetersiz kalan veya önlemeyen de polis gücü olabilmektedir. Bu gibi durumlarda devletin polis gücü cinsiyet kalıplarının korunmasına uğraşan, “kadın” ve “erkek” sınıflamalarını doğaya ya da geleneğe göre şekillendiren polis gücüyle eşgüdümlü davranmaktadır. Butler’ın esas tartışması cinsiyetin bizatihi bir özgürlük alanı olduğu ve bu özgürlük alanının da diğer özgürlük alanlarıyla aynı koşullara tâbi olması gerektiği, bu koşulların da yasalarca güvence altına alınması zorunluluğudur. Cinsel azınlıklara şiddet uygulayan polis “cinsiyet polisi” haline gelmekte; cinsel şiddetin faillerini soruşturmakta, tutuklamakta ve şiddeti engellemekte yetersiz kaldığında da uygulanan şiddeti desteklemiş olmaktadır.

Burada suç kavramını açımlamakta yarar var. Hiç kimse cinsiyetini dışa vurma biçiminden ötürü suçlu kabul edilemez. Eğer cinsel azınlıklar görünümlerine, kamusal alanda var olma biçimlerine, kendilerini anlama ve anlatma dillerine, aşk ve arzularını ifade etmelerine, cinsel ve bedensel özgürlüklerini nasıl kullandıklarına göre suçla ya da hastalıkla bağlantılandırılıyorsa bu suçtur. Polis için cinsiyet bir suç aracına dönüşmekte ve tam da bunun üzerinden polis suçlu konumuna düşmektedir.

Bu tartışma bizi cinselliğin bir özgürlük alanı olması noktasına getirir. Cinsellik ister veri olarak, ister seçilebilir olarak kabul edilsin, bu alan bir özgürlük alanıdır. Bu alanda nasıl hareket ettiğimiz, bu alanı nasıl bir mümkünün dili olarak kabul ettiğimize bağlı olmaksızın korunmalı ve savunulmalıdır. Bu alanda hareket etme biçimimiz şiddete maruz kalmamalıdır. Her cinsiyet tezahürü beklenmedik biçimde baskın kalıpları zorlayıcı, cinsiyet gerçekliğinin yeniden yaratılması konusunda yeni kanallar açıcıdır.

Kimin Yası Tutulmaya Değerdir?

Kimlik aidiyetlerinin arasında cinselliğin alanını tanımlayarak yaşanabilir ve yaşanmaya değer olmayan hayatlar ayrımına geliriz. Judit Butler’ın konuşmasının ana ekseni, yaşanabilir hayatlar ve yaşanmaya değer olmayan hayatlar arasındaki ayrımla ilgili olarak oluşturduğu “yaralanabilirlik” ve “yas” üzerinden geliştirdiği tartışmaydı. Ancak, kendi kimlik aidiyetimizin dışında olanlar için yas tutabildiğimizde, bazı yaşamları diğerlerinden daha çok yası tutulabilir gören koşulları eleştirebilir ve bunlara karşı çıkabiliriz.

Bu baskın kalıpları zorlamaya karşı uygulanan devlet onaylı şiddetin, yaşanabilir hayatlar ve yaşanmaya değer olmayan hayatlar ayrımı ile sürekli yeniden üretilmekte olduğu konusunu tartışırken, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın, "Eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum" yönündeki yorumunu da bu bağlamda değerlendirdi Judith Butler. Eşcinselliğin patolojikleştirmesiyle mücadele etmenin öneminden söz ederek, buradaki tehlikenin eşcinselliği normalleştirmeye çabalamak olduğunu söyledi ve esasında farklı cinsellikleri hastalıkla etiketlemenin, patolojinin ta kendisi olduğunu belirtti. Burada önemli olan sorunun, Kavaf konuştuğunda sadece bir birey olarak mı yoksa hükümetin bir bakanı olarak mı konuştuğu olduğunu söyledi ve ekledi, hükümetin bir bakanı olarak konuşuyorsa şayet, hükümetin eşcinsellik hakkındaki resmi görüşünü dile getiriyor demektir. Ve bu da devletin eşcinsellere karşı ayrımcılık uyguladığının ve bunu yapmasının da doğru olduğunu düşündüğünün açık göstergesidir. Kavaf’ın devlet adına konuşurken devletin dilini de oluşturduğunu, oluşan bu homofobik dilin de hastalıklı bir dil olduğunun görülmesi gerektiğini hatırlattı ve ekledi: "Homofobi psikolojik bir hastalıktır!" Eşitlik ilkelerine sıkı sıkıya bağlı muhafazakâr insanlar da olduğunu, bütün insanlar için adaleti savunan ve yargılamadan önce yargıladıkları hakkında her şeyin bilinmesi gerektiğini düşünen muhafazakârlar olduğunu söyledi Butler ve devam etti, “Herkes muhafazakâr, liberal ya da radikal olabilir, ama bu görüşlerin insanların cinsel tercihlerini seçme haklarına saygılı olmamayı gerektirmez. Sanırım Kavaf’ın bundan haberi yok. Homofobiyi incelemenin çok önemli ve ilginç olduğunu düşünüyorum ve Kültür Bakanlığı’nın okullardaki ve kamusal alandaki homofobinin araştırılması için fonlar sağlaması gerekiyor. Özel olarak Türkiye’ye, daha genelde Akdeniz bölgesine ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki değişik homofobi işaretlerine bakmak ve ortaklıkları açığa çıkarmak önemli. Belki de, insanlara saygı duymanız için, ki muhafazakâr olsanız da insanlara saygı duyabilirsiniz ve onların haklarının tanınmasını savunabilirsiniz, radikal olmanıza gerek yok. Cinsel yönelimleri farklı olan insanlara olan saygının ve güvenin artırılması demek, eşitliğin ve adaletin genişlemesi anlamına geliyor.”

Butler'ın Konferans'ta en çok vurguladığı nokta etnik, ırksal, dinsel ve cinsel azınlıklar arasında koalisyon kurulmasının önemiydi. Butler, tüm azınlıkların farklı görünümler altında ama esasen benzer bir şiddet ve baskılanma deneyimi yaşadıklarını, bu anlamda politikanın kapsayıcı bir koalisyonu gerektirdiğini özellikle vurguladı konuşmasında. Her zaman heteroseksist cinsel azınlıklar arasında koalisyon kurulursa basit kimlik kategorilerinin aşılabileceğini, biseksüelliğin yok sayılmasının reddedilebileceğini, kısıtlayıcı bedensel normların dayattığı şiddete karşı konulmuş olacağını savunan Butler bugün artık koalisyonun kapsamının çok daha geniş olması gerektiğinde ısrar ediyor. Politik mücadele alanı olarak ırkçılık ve militarizm karşıtlığının cinsel özgürlük ve ifade özgürlüğü ile bir arada düşünülmesinin kaçınılmaz olduğu savunusu ile biçimleniyor Butler’ın duruşu.

Butler, konuşmasında kamusal alan ve görünürlük mücadelesine ilişkin değerlendirmeler de yaptı. Kamusal alanın sınırlarını görünen ve konuşulabilir olanların değil, gösterilmeyen ve söylenmeyenlerce çizildiğinden kimlerin hayatlarının hayat, kimlerin ölümlerinin ölüm olacağının belirlendiğinden söz etti. Açık bir demokrasi rejiminde “görünürlük” herkes için haktır diyerek demokrasilerde azınlıkların sadece yasaların değil, kamusal alanın da koruması altında olduklarını, kamusal alanın belirleyici normları kökten bir değişim geçirmeden özel alanlardaki sorunların da çözülemeyeceğini söyledi.

Judith Butler’ın konuşmasındaki vurgulardan biri de eşcinsellerin haklarının milliyetçilik adına savunulması konusunda çok kuşkucu olunması gereğiydi. Avrupa ve İsrail’de sık sık karşılaşılan bu tür çabalar milliyetçi, militarist, yabancı düşmanı kültürlerin oluşturulmasına hizmet etmeyi amaçladığı ve gay insanları ulusal kimlikler etrafında toplanan bireylere indirgemeyi, kutplaşmayı artırmayı hedeflediği için bu yaklaşımları şiddetle eleştirdi Butler. Bu kutuplaştırma çabalarının eşcinsellerin diğer azınlıklarla irtibatını kesmek ve queer politikasının ırkçılık ve militarizme adanmasının, feminist müttefiklerle omuz omuza mücadelenin önünü tıkamanın yollarından biri olduğuna dikkat çekti. Bazı Kuzey Avrupa ülkelerinde ta başlangıcından itibaren ifade özgürlüğünün açıkça bir queer değeri olduğunu hatırlattı. Cinsel özgürlük hareketinin ifade özgürlüğünü gereksindiğini, konuşma, toplantı, mücadele ittifakları kurma ve kamusal alanda var olabilme özgürlüğünün diğer insan haklarıyla tamamen yanı konumda olduğunu belirtti. Özgürlüğümüzün başkalarının özgürlüğüne bağlı olduğunu, kişisel ve bireysel özgürlük alanlarının kamusal özgürlükten bağımsız düşünülemeyeceği değinilen konulardandı.

Bu da “queer”ın bir kimlik olmadığını, bir dinamik ve net politik hedefleri olan değişken bir hareket olduğu noktasına getirdi konuşmayı. Ulusötesi bir niteliği olan queer hareketinin homofobi, ırkçılık ve milliyetçilik karşıtı bir nitelikte olduğu, her türden ayrımcılık ve nefrete karşı olduğunu bu çerçevede yeniden hatırlattı Butler. Queer eylemciliğinin Gazze'de, savaşa maruz kalınan her yerde, ırkçılıkla mücadele verilen tüm alanlarda yer almasının gereğine değindi.

Türkiye’deyken yaptığı söyleşilerde kendini savunma konusundaki soruları yanıtlarken milliyetçi saldırganlıkla ilgili tavrını açıkça ortaya koyan Butler’ın bu konudaki görüşleri de şöyle: “ Kısa süre önce Filistin’deyken genç bir adam bana kendini savunmak için savaşa girenleri yargılayıp yargılamadığımı sordu. Onu hayır diyerek yanıtladım. Biz böyle insanları yargılamıyoruz. Fakat bence ‘kendini savunmanın’ ne olduğu konusunda dikkatli olmalıyız. Kendimi mi savunuyorum, bana ait vücudumu mu? Ülkemi mi savunuyorum? Yoksa fikirlerimi mi savunuyorum? Savunduğum hangi yanım? Bunun kolayca büyüdüğünü de görebilirsiniz. Mesela şöyle söyleyebiliriz: dünya üzerindeki bütün Yahudileri koruyorum. Veya dünya üzerindeki bütün Türkleri koruyorum. Bu nedenle önce şu soruya bir yanıt vermemiz gerekiyor: kendini savunmak nedir? Ve bu noktada şu ayrımı iyi yapmalıyız. Milliyetçi saldırganlığın kendini savunmadan farkını iyice ortaya koymamız gerekiyor.” Butler Ortodoks Marksistler yeni toplumsal hareketleri Marksizmi yeniden tasarlamak ve ekonomik özünü göz ardı ederek, meseleyi sadece kültürel boyuta indirgemekle suçladıklarının hatırlatılması ve Ortodoks Marksizmin yeni toplumsal hareketlere eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? sorusunu da şöyle cevaplıyor: “Feminizm 19. yüzyıldan beri sınıf ve emek meseleleri ile uğraşıyor. Dolayısıyla bu eleştiriler haklı değil. Sosyalist Feminizm Engels’in aile üzerine söylediklerinden beri sol siyasetin önemli bir parçası. Bence burada vurgulanması gereken önemli noktalardan biri şu ki, yeni toplumsal hareketler ırkçılıkla, homofobiyle ve süregiden sömürgecilikle mücadele etrafında örgütleniyorlar ve her gruptan insanın katılımını sağlıyorlar. Kapitalizme karşı örgütlenen gençlik hareketleri, Marksist olmanın yerine, anarşist bir nitelik taşıyor. Radikal bir siyasetin, kapitalist yapılara karşı ve tamamen kapitalizmden kaynaklanmayan baskılara karşı insanları örgütlenmeye iten şeylerin ne olduğunu sorgulaması gerekli ve bunların sorgulanmasına, analiz edilmesine ihtiyacımız var. Güçlü Marksist yapıları, yeni toplumsal hareketleri, sömürgecilik karşıtı, homofobi ve ırkçılık karşıtı yapıları birleştirecek güçlü koalisyonlar oluşturmanın yollarını aramak zorundayız. Bunlardan bir tanesini alıp diğerlerinde ayırmak olmaz.

Evet, çok fazla anlaşmazlıklar var. Ama yine de, bence anlaşmazlık noktalarına rağmen yaşayan bir koalisyonun, anlaşmazlık noktaları olan ölü bir koalisyondan farkı, yaşayan koalisyonun bu antlaşmazlıkları sürdürebilecek yolları yaratabilmesidir.”

Sorunsallaştırdıklarında kitaplarından okumuş olanlar için hiç bilinmedik konular değildi konuşulanlar belki, ama konuşurken dinlemek Butler’ı, onu okurken olduğundan daha derinden uyandırdı öfkeyi. Her kelimesindeki vurgusu çıkmamacasına kazındı dinleyicilerin zihnine. Her vurgusuyla kim insan sayılır, kimin yaşamı yaşam sayılır, bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir sorularını defalarca vurguladı. Uzun sohbetin ve devamındaki soru cevaplarla daha da netleşen politik tavır alışın heyecanı vardı 15 Mayıs’ta Ankara’da.

SBF Büyük Amfisi çok kalabalık, çok coşkulu, çok isyankâr toplantılara da şahitlik etmişti geçmişinde ama herhalde ilk defa “arzunun hükümranlığını ilan” için cinsel kimliğini seferber eden bir izleyici kitlesini ağırlıyordu. Gökkuşağının yedi rengine bürünen bu kalabalık, tarihinde nice onurlu eyleme kucak açan Büyük Amfi’nin hafızasında en güzel yerlerden birini edindi.

Kavaf İstifa!

Konuşmanın devamında salondaki “Queer yoldaşlarının” Kızılay’a kadar pankartlarını açıp sloganlar atarak, şarkılar söylerek yürümeleri ertesi günkü mitingin hazırlığı oldu. "Kurtuluş Yok Tek Başına! Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!", "Ne Hastalık Ne Günah! Yaşasın Eşcinsel Aşk!", "Teslim Olmak Yok! Homofobi Ezilecek!", "Gemileri Yaktık! Maskeleri Attık! Geri Dönüş Yok!", "Aşk Aşk Hürriyet, Uzak Olsun Nefret!", "Ne Suç Ne Günah, Yaşasın Eşcinsel Aşk!", "Homofobi Öldürür!", "Transfobi Öldürür!", "Nefret Öldürür!", "Genel Ahlak, Kimin Ahlakı!", "Batsın! Batsın! Ahlakınız Batsın!", "Ahmet Yıldız Burada! Katilleri Nerede!", "Dilek İnce Burada! Katilleri Nerede!", "Katilleri Bulmayan Suç Ortağıdır!", "Patronsuz, Pezevenksiz Bir Dünya İstiyoruz!", "Travestiyiz, Buradayız! Alışın! Alışın! Gitmiyoruz!", "Eşcinseller Geliyor, Özgürlüğe Yürüyor!", "Okulda, İşte, Mecliste! Eşcinseller Her Yerde!", "Kavaf İstifa!"sloganları, Kurtuluş’ta yolun iki yanında toplanan Ankaralıların ve arabalarından korna çalanların fikrine bir çentik atar umuduyla atıldı. Bu “korsan” gösteri kendiliğinden gelişti, devletin polisi müdahil olmadı gösteriye. “Usulünce” dağılınması ikazında bulunmakla yetindiler. Ancak polis, Sakarya caddesine varıldığında caddede öbeklenmeye başlayanları işaret etmekten de geri durmadı göstericilere. Bu kişilerin kim oldukları sorulduğunda “Bunlara tepki duyanlar!” deyiverdi polis yürüyüşçüleri işaret ederek, kendini farkına bile varmadan yürüyüşçülere saldırmaya hazırlananlara aynı safta konumlandırarak. Barışçı bir yürüyüşün katılımcıları Sakarya caddesinde tepkililer için “normal dışı” olan görünümleriyle tehdit unsuru oluvermişti. Tam da Butler’ın konuşmasında ve sorulara verdiği cevaplarda dediği gibi, kamusal alandaki dışlama ile devletin polis gücünün ittifak noktası belliydi: homofobi ve transfobi hastalığı!



Queer Teori nedir?

Queer Theory (Türkçede terso kuramı olarak da adlandırılyor), 1990’lar başında LGBT ve feminist çalışmaları alanında ortaya çıkan, cinsiyet kategorilerinin yeniden değerlendirilip sarsıldığı eleştirel bir teori. Metinlerin “queer” yorumlarına dayalı bu teori, büyük ölçüde Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nin etkilerini taşır. Feminizmin, cinsiyeti kişinin özüne ait bir unsur kabul eden düşüncelere karşı geliştirdiği mücadelesinden ve LBGT çalışmalarının cinsel kimliklerdeki toplumsal yapıya dair incelemelerinden destek alıp yararlanır. Gey ve lezbiyen çalışmaları eşcinsel yönelime atfedilen “doğal” ve “yapay” ayrımına odaklanırken, queer theory ise hem “normal” hem de “anormal” kategorilerinde değerlendirilecek her türlü cinsel aktiviteyi odağına alır.

Birhan Keskin’in Soğuk Kazısı Yalan dünya, pıtraklı memleket! (Füsun Çiçekoğlu, Mesele Dergi, Mayıs 2010, 41. Sayı)

80’lerin imgecilikle boğulmuş şiirine karşı çıkarak, söz sanatına indirgenmiş şiire kafa tutarak kendi şiirinin omurgasını çatan Birhan Keskin’in Soğuk Kazı kitabı Nisan ayında çıktı.

Soğuk Kazı’da Birhan Keskin yeryüzü varlıklarının soğuyan, katılaşan hallerine, o hallerin katmanlarına bakıyor. Baktığı yer soğuma, katılaşma ama ehlileşmeyen, dinmeyen, soğumayan, katılıp kalmayan bir öfke tütüyor Soğuk Kazı’da. 37 şiirini üç bölümde toplamış Birhan Keskin kitapta.

Soğuk Kazı’yla şiirin kırarak, yıkarak yeniden yaratacağına; gittikçe soğuyan, katılaşan dünyada insanın şiirden başka iyiliğinin, şiirden başka neşesinin, gücünün, şiirden başka rikkat, merhamet ve şefkatinin olamayacağını sezdiriyor Birhan Keskin bir kez daha.

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm…

Şiirin her zaman bir dertten, dünyayla derdi olmaktan yola çıktığına inanan Birhan Keskin’in şiir desturu, Karacaoğlan’ın deyişiyle ‘bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm’.

Her sözcüğün daha ağzımızdan çıkarken bir ideoloji çizmeye başladığını, hünerin bunu doğru okuyabilmekte olduğunu; şiirin çağrışımlar yarattığı için zengin olduğunu düşünen şair, şiir için ‘çağrışımlar üzerinden okunur. Kat kattır, katmer katmer. Okur hangi kattaysa o kattan okur şiiri.’ diyor.

Birhan Keskin şairi ise şöyle tanımlıyor, ‘Şair, sürekli kendi kuyusunu daha derine doğru kazan, bakalım daha nerelere kadar iniyor bu kuyu diyendir bir şekilde, ama kuyu her zaman aşağı doğru kazılmaz, yukarı doğru da kazılır. Magmaya, aşağıya olduğu kadar semaya, göğün katlarına doğru da çınlar şair. Şairi, sözün bilindik anlamıyla kendi kuyusunu kazan biri olarak, bir biçare olarak görmem. Öyle görenler de son derece yanılırlar. Şiir benim kendimi, dünyayı, insanı, yeryüzünü sevme biçimimdir. Anlama biçimimdir. Ben sözcüklerimle dünyayı okşarım, şairi biçare, meczup gören bir zihniyet vardır, ki oturup kendi sefilliğine bakacak kadar bile aklı yoktur onların.’ Kendisini ‘keşifçi değil, kazıcı şair’ olarak tanımlayan Keskin, buluşçuluğun şiir için yeterli olmadığı, şiirin buluşçulukla sonsuza kadar çoğaltılabileceğini, bununsa kolaycılık olacağını söylüyor.

Hawaii’deki küçük bir kraterin Puʻu ʻŌʻō’nun adıyla açılıyor Soğuk Kazı. Donup kalana kadar, içindeki od’a hiç varamayacakmışçasına on yıllarca lav püskürten Hawaii’deki bu küçük krater, kitabın ilk şiirine adını vermiş. Yanardağınsa adını, Hawaii dilinde kazı çubuğu anlamına gelen ʻŌʻō’den aldığına inanılıyor.

Y'ol'daki, Taş Parçaları adlı 43 bölümlük uzun, yakıcı şiirin harından sonra şimdi dünyanın katılaşmasına tanıklık eden Soğuk Kazı, kitabın ilk bölümündeki şiirlerinden oluşan Birhan Keskin'in kendi serüvenine dair Soğuk Kazı durağından Dünyanın Katı Huyu’na yol alıyor. Bu iki evrenin soğuma, katılaşma hali çatallanarak, ayrışıp örtüşerek sürüyor kitap boyunca.

Şair, kırdığı buncacık kabuktan çıkabilen hiç bitmeyen onca göçe, kanatlanarak çıkılan yollara ve indiği vadilere şaşar Puʻu ʻŌʻō’da. Kendinden çıktıktan sonra başkalaşan dilin, yabancılaşan yolun tanıklığını yapar. Kendinden ayrılışa, kendi yarılışına serzenişte bulunur gibidir, “Kimin eli değmişse bir ayrılığa / Tütecek sandığı ocak sönecek / Bir daha görünmeyecek o rüya” derken. Kalbini hatıraya bırakışı da küçükken aksakken kendisini kızından, kardeşinden ettikleri de büyümenin ve yarılmanın çaresizliği gibidir.

Katılaşmaya başlayan kırmızı sıkıntının, bir dağın içinde ateşle kıvranan lavın, insanın tözünün külden ve dumandan gri siyah bir nefese dönüşmesinin, dışarıdaki dünyayla karşılaşmanın, başka bir şey gelmediğinden elden, yazıklanarak bazen dünyayı önüne katıp kavurmanın, esmer bir küfür gibi havada asılı kalmanın, hatırlamaya çalışacağı bir cümlesinin belki de hiç olmamasının hecesidir ‘Tüf’. Ömür bir çökelti taşından başka bir şey olacaksa eğer, ta başta kurulan sözdeki eksiği örümcek bağlayan hatırayı temizlemekle, dünyaya dağılan bölünmüş hatırayı toparlamakla olacaktır. Büyüdükten sonra aldığı onca yolu geri tepip de, soğumuş dili, dikenli bedeniyle tamamlayacak mı hatırayı, kurduğu sözü hatırlayacak mı bilemeyenin dilinde kalan tek hecedir Tüf.

Keskin, kitabın en bilinçdışı alanında gezinen şiiri olarak tanımladığı ‘Suyun üstünü kaplayan şeyler’deki ‘Tabiatın kanunlarına hiç alışamadım ben’ dizesinin çıkış noktasını şöyle açıklıyor: “Bizim büyük bir balkonumuz var. Annemin orada gülleri var. Annem gülleri açtıkça kesiyor. 'Kesme, dalında güzel,' diyorum, 'Güller kesildikçe açar diyor annem'. Tabiatın kanunu böyleymiş. Bazı kanunlara hiç alışamam zaten.” ‘Suyun üstünü kaplayan şeyler’ sevdiğini öldüren birinin ardından mırıldanma gibidir. Ölen suya, akışa terk ederken kendini, öldürenin eli bile ıslanmaz alacağını alırken sudan.

‘Milonga’nın meselesi, Birhan Keskin’in belki de ilk şiirini yazdığı günden bu yana üstüne düşündüğünü söylediği 'adalet' ve 'zalimlik'... Dünyayı algılayışının karanlık olduğunu ama o karanlığın içinde yıldızlı bir gök kuracak kadar da neşenin bilgisi olduğunu söyler Keskin bir yazısında. “Ve her şey, en azından bazı dönemler için değişebilir iyiye doğru, az da olsa, kısa da sürse, dünya sözcüğü daha "anlamlı", "neşeli", "sevgili" bir sözcük olabilir, tıpkı "yeryüzü" sözcüğü gibi güzelleşebilir bazı zamanlar için. Hiç değilse bazı zamanlar için...”diye umutlanır. O yıldızlı göğe dair umudunu yitirdiğini ise Dünyanın Katı Huyu’nun girişindeki dizeyle duyurduğunu düşündürtür Soğuk Kazı’nın sonrası. Milonga ortamın huzurunu kaçırmamak adına kurallarına riayet edilmesi gereken toplum denen bu cenderede kötülüğü anlamak değil anlamamak için çaba gerektiğini söyler. ‘Ilık bir süt gibiydin’ demeye çalışırken bile ağzı kavuran o kaynar sıcağını kötülüğün, soğutmak için hayli üflemek gerektir.

Flamingonun hayata değdiği yer bir tuz tanesiyken ondan beklenenlerin şeker söylemek, kaymak söylemek, bal söylemek olmasındaki çelişkinin burukluğunu anlatır Flamingo üçlemesi.

‘Badem’de büyümenin, sertleşmenin; kendinden, neşeden, çılgınlıktan, sevinçten ayrı düşmenin acı türküsü uzun süren kabuk tutmanın acı bilgisine çoktan sahip olana söylenir. Kabuğun altından, incecik tülün ardındaki tüylü yeşil çağlayı gören Paul Celan gibiler için badem, başkalarının gördüğünün aynısı değildir. Kabuğu sert değildir, görünenin ötesindekini görmeye bir şair dizesi gerektir bazen. Birhan Keskin bir kez daha, başka bir sözle bu defa, “Ben büyüdüm / akasyalar öldü / üzgünüm” der gibidir bu şiirinde.

“Herkes yedek cebimde bir Mevlana cümlesi taşırsam iyi olur diye düşünmüş olabilir. Ama şu alıntılı yaklaşımın, cımbızlamanın bir eseri yağmalamak olduğunu bilenler bilirler. Muhtemeldir ki bu sizin bahsettiğiniz zevat Mesnevi'yi başından sonuna okumamıştır. O yüzden işte bu kitapta bir şiirin adı da Artık her şey tüccarların elinde.”diyor bir söyleşisinde Birhan Keskin. Kitabın ilk bölümündeki ‘Artık her şey tüccarların elinde’, unuttuğumuz değil de, hiçbir zaman tam olarak kavuşamadığımız, insanda hasret gibi duran temel bir şeye, bu gezegene de hayata da saygının yitirilmesine, hayatı ve canlılığı her ne adına olursa olsun önde tutan, kutsayan bir saygının kaybına yakılan bir ağıt gibidir. “Tarihin belli zamanlarında yazılan/kazılan büyük bir miras vardır. Bunlar bu mirası kesip biçip oradan bir parça buradan bir parça kolajlayıp pazarlıyorlar. Bireyselliğin açmazlarına ya da fakirliğin de bu çağın da yalnızlığına kimler nasıl deva oluyor? Ve niye? Ben şunu anladım ki; bu çağın adını ‘tüccar’ koymalıyız…” diyerek kişisel gelişim tezgâhına da, tezgâhında tasavvuf pazarlamaya da karşı koyuyor Birhan Keskin o has insanlığıyla.

Sultan Sazlığı’nda boynu eğri bir kuşun / boynuna yediği kurşun gibi hainiz hepimiz diyerek Jospi’de insanlık halimizin çaresizliğini şöyle anlatıyor şair, ‘Dünya boktan sen tamsın kurduğun cümle eksik’ . Birhan Keskin’in
“Bu dünyada insan dediğin ikiye ayrılır Jospi /
Bir: ayrıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi /
davranan medeniler; Bir: atlarına davranan /
barbarlar. Onlar atlarını çöle, topuğunu dikene sürerler.” dediği Jospi, Keskin’in şiirinin temel meselelerinden olan ayrılığa dair.

Öteki’den Dünyanın Katı Huyu’na: Öfke

Her kitabının son şiiriyle bir sonraki kitabına el verir gibidir Birhan Keskin. Y’ol’un son şiiri Öteki’yle Soğuk Kazı’nın omurgası çatılmıştır bir ölçüde. Hali hal olmayan dünyanın içinde şiirden başka sarınacak örtüsü olmayan, şiirini iyiliği bilen Birhan Keskin’in öfkesidir Öteki.

"Ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
Onlar aşağıda siyah kalacak!
Sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
Siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar kalkıp sıçrayacak!
Kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
Genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!

Onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar.
Onlar bir ömür taşlara su tutanlar.
Onlar bir hatırada donmuş duranlar.
Onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar.

Siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü!
Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü.
Ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası
Onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası.

Ah siz, nasıl da 'siz'siniz buram buram, onlar avam.
Bu cahilin, yoksulun, barbarın ışık neyine, onlar ziyan!

Siz 'it was very amazing' derken 'and fun'
Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.

Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor."

Öteki’deki her dizede başka bir fotoğrafa açılır göz. Kaç okuru varsa Birhan Keskin’in, bir o kadar katmanlı görünen fotoğraflardan merhametle sarmalanan başka başkadır her okumada… Yakılmış evlerinde kül olmuşların, yerinden yurdundan sürülmüşlerin gözlerindeki uzağın, hatıralarda donmuş duranların; kirli, atık, sası denilenlerin; yakılan köylerinde ağaçlarının ruhundan özür dileyenlerin, yüksek balkonlardakilere alçaktan bakanların adına duyulan öfkedir Öteki.

Öteki’nden el alan Dünyanın Katı Huyu’nda ise yıldızlı göğün altında yaşadığımızın, eski bir sanrıya dönmesinin sızısı duyulur.

Dünyanın Katı Huyu;

Sulukule halkının yerinden edilen, bir bitki bile çok görülen, közde patlıcanına kor düşüren, kendilerini bir karış evlerinden edenlere can eriğinin gevşemesince usuldan, susmuş şarkılarınca derin sitemidir; siteminin duyulmayacağını ta baştan bilmesidir.

İstanbul’un çın çın bir imkânken, göbeğinden çatlayıp kala kalmış sesidir. Erguvanlar, güller, laleler bir yandayken koyu bir kederle duvarda birbirine dolanan plastik çiçeklerin başıboşluğuna gözün ilişivermesidir. Dünyayı kendinden düşürdüğü kışla soğutmak, kendi yağdırdığı karla kendi yolunu kapatmaktır.

Bu dünyada bir gurbet gibi duran Eyüp’tür. Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser mi bilinmese de, kopan ipinden şairin ellerinde dağılıvereceği bilgisidir neşe boncuğunun.

Sokaktan geçen bir tinercinin yalan beylerin, kaygan beylerin, arkadan dayanan beylerin, rahat yiyen beylerin hayatlarına arkadan dayanmasıdır. Hayatın sırrı dökülmüş aynasıdır.

Nasılsa bur’dan gidileceğinin duru bilgisiyle bu dünyada cevize sığanların, yan yana sokuluşları yoksulluktan olanların, bir taşın üzerine oturup ufka uzun uzun bakışıdır.

Bir şiirde atlanan satırlardaki bir mucizeyi, göstereceği umududur gidenin. Taşlarla, kuşlarla beklemenin ümididir. Kaldırım taşlarına beslenen ümidin boşa çıkmasıdır.

Ücretsiz dert kitaplarıyla, ellerinde selpaklarıyla güne sırtını dönüp de bir efkâr cigarasıyla birlikte yorgun tüten, yarım çocukluğu, tuğlasız gençliği ile bir ömür sıvanmamış duvar çıplaklığında olanlardır.

Bağdat ve Gazze savaşın yazılamayacağı bilgisinin, nasıl yazılamayacağının yazılmasıdır. Bağdat ‘neden?’ diyen, henüz diyebilen insanlığın sesidir. Henüz yarılmamış, çatlamamış yekpare dünyanın şimdiki halinden sorabileceği bu yegâne sorunun, ‘neden?’in şiiridir Bağdat. Dünyanın yeryüzü varlıklarına ılık bir yuva olduğu zamanlara dair kadim bilginin parçalanışıdır. Birhan Keskin’in Cinayet Kışı’nda ‘İnsanın, kendi varlığından hoşnut olarak yaşadığı, /kendi varlığını haklı kıldığı ve kuşku yok ki, yeryüzü / ile barışık yaşadığı ve mutlu olduğu bir zaman vardı.’dediği o zamandan atılmışlığın soğumasıdır Bağdat’taki; durakalma, kalakalma, sendeleme halidir. Apışıp kalma halidir.

Jospi’de bazılarımızda eski yıpranmış bir hatırayı korumak için apışıp kalmış bir çatı’dan bahsederken Yaz kitabı’nda balığın yırtılmış ağzıyla bu yazlarda apışıp kalan şairle birlikte şiddetin var olduğu her yerde yapılabilecek tek şeyin, belki de sadece apışıp kalmak olduğunu duyumsarız. Bu şiddet bazen bizden sökülmek istenen bir hatıraya karşı da uygulanıyor olabilir, bir balığın yırtılmış ağzında da görünebilir gözümüze. Yeter ki apışıp kalmayı unutmamış olalım da, görebilelim. Hatırayı ve yazı korumak için öylece apışıp kalmaktan başka çare de yok zaten der gibidir Keskin Soğuk Kazı’da.

Gazze ise tarihe düşülen kayıttır. Savaşı yazmaya yeltenmez bu şiirde de Birhan Keskin. Savaşın yazılamayacağının bilgisini aktarır şiirinde. Duygusal değildir. Gazze’ye dair duygusal konuşmak için şairler var diyenlere kalbi serinleten bir küfür patlatır: ‘Okkadar dallama birileri’ der, duygusallığı şairlere havale edenlere.

Bâbil Kulesi’nden bu yana gidilen, bir arpa boyu yol…

Son bölümü oluşturan tek düzyazı şiirin, Soğuk Kazı’nın derdi ise kitabın esas meselesidir. Soğuk Kazı, birbirimizi yaka yıka, ite kaka, birbirimize baka baka, yaraya tuz basa basa, birbirimizi silerek, soğuyarak, takır takır katılaşarak tırmanılan kulelerin kendi kutbunda kendisine burkulmuş hikâyelerinin, o hikâyelerin birbirine hayrı olmayan kalabalığını anlatır. Bâbil kulesinden beridir süregelen katılıp kalmışlığın, kâlû belâdan bu yana gidilen bir arpa boyu yolun metnidir Soğuk Kazı. Siber çağın sözcüklerini kuşanarak gelmekte olduğundan dem vurulan yeni bir şiirin, başka bir üslupla gelecek ve başka bir şey söyleyecek olan, yeni bir söz kuracak olan o şiirin manifestosu gibi bir şiirdir Soğuk Kazı. Kanırtan, kazıyan, kazan bu şiirdeki tipografik basım da siber çağın soğuğunu, bu çağdaki katılıp kalmayı katmanlaştırır.

Şairin, ritmini Tamburi Cemil Bey’in Çeçen Kızı’na benzettiği, harlı bir öfkeyle açılıp, yükselişinde aşka katışan, duruluşunda şefkati, rikkati bulan Taş Parçaları’ndakine benzemez bir seyri vardır Soğuk Kazı’nın. İkide bir lafını etmekle ödenemeyen bir kefarettir Vicdan Soğuk Kazı’da. Öfke yatışmaz, katılaşır. Mahur’a dönmez makamı, giderek yükselir, sertleşir. Birhan Keskin’in rakik, müşfik kelimeleri, kelimelerden düşürdüğü heceleri dindirmez bu kez öfkeyi. Bilenmesine yol açar tam tersine. Atkestanesi gibi katılaşmışken, kıvamsız, bozuşmuş kelimeleriyle vicdan diye diye, vicdanın içini boşalttıklarını anlamayanlara seslenir Keskin. Ne başı ne kıçı vardır onların vicdan diye durmadan ılıttıkları yavanlığın. Şiirdeki ritmi kasten keser, böler, akışını durdurur bir dizeyle Keskin. Vicdanı rahatlatmak öyle çok da kolay olmamalıdır çünkü. Kelimelerin çokluğunda, benzerliğinde, aynılığında boğulup kalmanın, dilin kendi üstüne kapanıp artık söyleyemez olmasının, kasılıp, katılıp kalmasının zamanıdır Soğuk Kazı. Öfkesi de neşesi de çürümüş morarmış bir tozutmaya benzemiş şiirsiz bir dilin vicdanının boyunun ölçüsünü alıverir Birhan Keskin Vicdan şiirinde; üşüyene battaniye örtmeyen sırtı kürklü vicdan tacirlerinin bozuşmuş dillerine ayna tutar.

Birhan Keskin’in tılsımlı şiiri soğuyan dünyada, katılaşan insanda değdiği yerde lav olur. Hawaii mitolojisindeki ateş, şimşek, dans, yanardağ ve şiddet tanrıçası Pele yanardağları tılsımlı kazı çubuğuyla oluştururmuş. Soğuk Kazı da, Birhan Keskin’in soğumuş dünyanın, katılaşmış insanın bağrına indirdiği darbe olur. Birhan Keskin bir söyleşisinde, Kimi zaman yazmak korkutucu olabiliyor. Size de olur mu, yazdıklarınızdan korkar mısınız bazen? Sorusunu şöyle cevaplamış: “Olur evet. Ürpertici oluyor bazen. Jospi şiirinde mesela yaşadım bunu. Bu şiiri yazdıktan altı-yedi ay sonra topuklarımda bir ağrı peydahlandı. Topuk dikeni denilen bir ortopedik rahatsızlık varmış meğer. Hayatımda ilk defa duyuyorum. Topuktan inen bir kemiğin dikenleşmesi. Bir yaz boyunca topuklarımla ilgili fizik tedavi gördüm ve Jospi şiirini çok çok sonra okuduğumda orada o dizeye rastladım: 'Onlar atlarını çöle, topuğunu dikene sürerler'. Yazı bazen hayatı önceler, kehanet gibi bir tarafı olduğunu görürsünüz bazen ve bu ürpertir.” Yeryüzü hallerini izlemeyi bilen şair için, tam da soğumaktan bahseden kitabının yayımlandığı sıralarda bir buzdağının kendini yanardağa dönüştürmesinde ürpertici bir yan olmalı. O şair ki, daha Yeryüzü Halleri’nde Buzul’da görmüş gibidir bugünü dünden ‘Yaşadım mı yaşamadım mı ben o çağları / içimde külrengi ve sonsuz buz ağları. / Kim yardı beni, bana kim yârdı? / Kim akıttı kanım, / bilmiyorum / hatırlamıyorum. / Dünyaya atları sürmeye gelmiştim, / mart sonu muydu, şubat mı, gül ekiliyordu toprağa, / kanımı kim? ’

Sönen ateşi geri almak için, neşeye ve inanca sahip çıkmak yeniden kimbilir belki de yeryüzü bilgisine vâkıf, rakik, müşfik bir şair sözünden fazlası gerekmiyordur aslında dünyaya. Bir mucizeyi görmek için atlanan satırları bulmak yetiyordur belki de.


Birhan Keskin, Kim Bağışlayacak Beni, Metis Yayınları, Mart 2005
Birhan Keskin, Ba, Metis Yayınları, Mart 2005
Birhan Keskin, Y’ol, Metis Yayınları, Nisan 2006
Birhan Keskin Şiiri ve Ba, 10. Altın Portakal Şiir Ödülü Sempozyumu, Metis Yayınları, Şubat 2008
Birhan Keskin, Soğuk Kazı, Metis Yayınları, Nisan 2010

Berrin Karakaş, “Keskin, Ezel gününden beri hem kadın hem şair,” Sabah Pazar Eki, 04.04.2010
http://www.sabah.com.tr/Ekler/Pazar/Roportaj/2010/04/04/keskin_ezel_gununden_beri_hem_kadin_hem_sair

Figen Şakacı, “Her şey tüccarların elinde”, Radikal Kitap Eki, 09.04.2010
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=990405&Date=17.04.2010&CategoryID=40

Gonca Özmen, “Çorak Dünyamızda Soğuk Kazı,” Radikal Kitap Eki, 09.04.2010 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=990315&Date=17.04.2010&CategoryID=40

Pelin Özer, "Yeryüzü karşısında konuşmak ne zor!" Cumhuriyet Kitap, 30 Nisan 2002
http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Interview/Interview.asp?ID=11583

Can Bahadır Yüce, "Yeryüzüne bakmaya geldim ben", Zaman Kitap Eki, 1 Mayıs 2006
http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Interview/Interview.asp?ID=11822

Serpil Gülgûn, "İkimiz de üryan şiir yazıyoruz", Milliyet Kitap Eki, 2 Mayıs 2006
http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Interview/Interview.asp?ID=11817

Figen Şakacı, "Şiir benim iyiliğimdir!", Radikal, 9 Mayıs 2006
http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Interview/Interview.asp?ID=11816

Hacer Yeni, "Birhan Keskin’le birkaç saat", Elle, Eylül 2009
http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Interview/Interview.asp?ID=12851

Kör Fotoğrafçılar Projesi Mart Ayı Etkinliği: 27 Mart Cumartesi saat 17:00 Proje Ofisi
Birhan Keskin’le Söyleşi

Zamanın Tozu (Füsun Çiçekoğlu, Mesele Dergi, Ocak 2010, 37. Sayı)

Hiçbir şey sona ermedi, ermez de… Hiçbir şey asla sona ermez… Hikâyemi, zamanın tozu altında donuklaştıran geçmişten çıkarıp almaya geldim…

Theo Angelopoulos, Zamanın Tozu’nda bugünden ve dünden bahsediyor bize. Asla sona ermeyecek olan bir hikâyeden, başka bir dünyanın hayalinden, üçüncü kanattan bahsediyor. Kanadı kırılmış bir yüzyılın, 20.yüzyılın hikâyesini anlatıyor. Hikâyelerin üzerine serpelenen, yaşanmış ve yaşanmakta olan her şeyin üzerine çöken zamanda, sınırlardan ötede ve beride geçen bir yol hikâyesi film. Zamanın Tozu geçmişle gelecek arasında akordeon gibi açılıp kapanan bugünü anlatırken geçmişin, dünün değil bugünün parçası olduğunu, hatıraların geçmişe değil bugüne ait olduğunu hikâye ediyor.

Yaşanmış olanın ve yaşanmakta olanın, büyük ve küçük her şeyin üzerine zamanın tozu çökerken Eleni Karaindrou’nun müziği zamanın içinde, üzerinde ve ötesinde usul usul dolaşıyor film boyunca. Karaindrou “zaman zaman akordeonun çok özel bazı anlara renk katması ve obuanın müziğimin dokusuna kırılgan dokunuşları olması gerektiğini hissettim.” diyor filmin müziği için.

Angelopoulos’un 20. yüzyılı, kişisel tarihiyle harmanlayarak anlattığı üçlemesinin ikincisi Zamanın Tozu (I skoni tou hronou), üçlemenin ilk filmi Ağlayan Çayır’daki (To livadi pou dakryzei, 2004) doğrusal zaman anlatımının tersine, döngüsel zaman anlayışıyla ve zamanlarla mekânlar arası geçişler ve sıçramalarla çekilmiş. Zamanın Tozu’ndaki mekân ve zamanlar, filmin anlattığı 20. yüzyıl gibi sürekli bir alt üst oluş içinde. Zamanın Tozu’ndan üçüncü filmine nasıl geçeceğini henüz kendisi de söyleyemiyor Angelopoulos. Üçlemeye devam etmeyebileceğini üçüncü filmin üçlemeyi birbirine bağlayan ara bir film olabileceğini söylüyor.(1)

Ağlayan Çayır, 1919 yılından başlayarak, 2. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi Yunanistan’da yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmelerle aktarıyordu. Zamanın Tozu, Ağlayan Çayır’dan devraldığı sözü 2. Dünya Savaşı dönemiyle devam ettiriyor. Film içinde film, zaman içinde zaman, mekân içinde mekânla dolaşıyor Angelopoulos’la 20.yüzyılı Zamanın Tozu.

Film, yönetmen A., Roma’da, Cinecitta stüdyolarında film çekerken başlıyor. A.nın çektiği film, annesiyle babası olan Eleni ile Spyros’un ve Eleni’ye duyduğu aşkı Temirtau’dan ömrünü sona erdirdiği Berlin’e kadar yaşatan Jacob’un onlarla birlikte akan hikâyesini anlatıyor. Kazakistan, Sibirya, Roma, Berlin, Leipzig, Toronto ve New York hikâyenin mekânları. Cinecitta stüdyolarında başlayan film, içindeki filmin sona ermesiyle, Brandenburg kapısında yeni bir umut, üçüncü kanat umuduyla bitiyor. Filmin zamanı, 2. Dünya Savaşı ve sonrasında 20. yüzyıl.

Spyros ve Eleni’nin aşkı iç savaşta Yunanistan’da başlıyor. Yolları Spyros’un Amerika’ya gitmesi, Eleni’nin Selanik’te kalmasıyla ayrılıyor. Yunan Komünist Partisi üyesi olan Eleni tutuklanıp, iki kadın direnişçiyle birlikte hapisten firar ederek Sovyetler Birliği’ne kaçıyor. Spyros, Eleni’yi bulmak için başka bir adamın hayatını ve ismiyle, kaçak olarak Sovyetler’e gidiyor ve Eleni’ye, Temirtau’da Stalin yönetimindeki Sovyetlerde yedinci devleti kurmakla görevli Yunan Komünistlerinin arasındayken ulaşıyor.

Stalin’in hastalığı nedeniyle ülkede karışıklıklar yaşanıyor. Spyros’un Eleni’yi bulduğu gün, Stalin’in öldüğü güne denk geliyor. Gri, siyah giysileriyle, kürtün sürmüş çalıların arasından yürüyerek meydana toplanan yorgun halka Stalin’in ölümü “Onun yüce kalbi artık atmıyor” diye duyuruluyor 5 Mart 1953’de. O gün troleybüste yaşadıkları kısa mutluluğun bedelini, ihbar üzerine polislerce yakalandıklarında Spyros hapse girerek Eleni Sibirya’ya sürgüne yollanarak ödüyorlar. Eleni’nin Spyros’u yeniden bulması için sürgünlüğünün bittiği 1974 yılını beklemek gerekiyor. Spyros’a A.’yı beklediğini, eline ulaşmayacağını bilerek yazdığı mektupta “içimde bir bebek büyüyor” diye haber verir Eleni. Stalin’in ölümüyle başlayan yeni dönemin simgesidir A, onun öldüğü gün ana rahmine düşüyor.

A.nın Mart 1953’de, Stalin’in öldüğü günde başlayan hayatı, 1956 Aralık ayında Eleni’nin Sibirya sürgünündeki can yoldaşı Jacob’un kız kardeşine yollanmasıyla annesinden kopuyor. Oğlunu yolladığı trenin ardından salladığı eli, üçüncü kanada uzanan meleğin eli gibi uzun süre havada kalır Eleni’nin ve oğluyla Spyros’un adlarını sayıklayarak yılları geçer. Eleni’nin Sibirya’dan Spyros’a yazdığı kayıp son mektubu, annesinin adını koyduğu kızı Eleni’nin yastığı altında bulmasıyla öğrenir A. kendi hikâyesini.

Bu uzun yıllar boyunca Eleni’den ayrılmayan Jacob annesi, babası toplama kampında öldürülmüş bir Yahudi’dir. Eleni’ye bağlılığı, 1974’de Sovyetlerden Avusturya’ya iade edildiklerinde hep hayalini kurduğu İsrail’e gitmekten alıkoyar onu. Eleni Sovyetler Avusturya sınırında bir ayrım noktasına geldiklerini söyleyerek onu İsrail’e gitmeye teşvik ederse de başarılı olamaz. Geri dönülecek yer yoktur Eleni için, o hep ve her yerde sürgündür zaten. Jacob seçimini yapar ve onunla Amerika’ya gitmeye karar verir.

Sınırın geri dönüş ve uzaklaşma çağrısı onlarla beraber yolculuk eden diğer sürgünlerde farklı yankılar bulur. Yaşlı bir adam ülkesinde çektiği eziyetlere rağmen yurdundan, toprağından ayrılmanın zorluğuyla yere çöker sınırın öte yanında, sınırı geçemez bir türlü. Onu sınırın beri yanına davet eden, torununun küçük eli olur. Büyükbabasını, kendisinin ondan dinlediği bir ninniyle çağırır yanına, “Uyu neşe kaynağım/Evin ışıkları söndü/Bahçedeki kuşlar uykuya daldı/Göldeki balıklar da uykuya daldı”.

1974’ü sınırda karşılar sürgünler. Jacob bir şiirle dans eder Eleni’yle yeni yılı kutlarken. Anna Ahmatova’nın hapishanenin damından etrafa savurduğu şiirlerinden biridir Jacob’un okuduğu: “ Yürüdükçe biz kalabalığın ve gürültünün ortasından / Meleğin sessizliğiydi başımızı derde sokan / İndirdi kanatlarını, dokunmak için toprağa ve çamura / “tek ütopyam üçüncü kanattır” diye haykırdı sonra”.

Angelopoulos’un bu şiiri, Stalin döneminde oğluyla birlikte tutuklu kalan, güzel şiirleri yıllarca Rusya’da yayımlanmayan Anna Ahmatova’ya adanmıştır. Şiir, Ahmatova’nın şiirlerinden mahrum edilmenin, baskıya karşı çıkışın ve ütopyanın, üçüncü kanadın varlığına hâlâ inanabilmenin 21.yüzyılıdır aslında.

Filmin çekimi sürer bir yandan; çekimi kayıp mektubu bulamadığı için durduran A. şarkısına “Nehir Kıyısında Dans” ismi vermek isteyen kompozitöre, “Sonra, çok sonra,” der. Annesinin “Son zamanlar uyandığımda bu nehir gibi kokan sular damlıyor parmaklarımdan” sözlerini tekrarlar ve bestelenen parçanın adını koymaya çalışırken müzik kaydının yapıldığı stüdyoda, telefon çalar. Arayan, kızı Eleni’dir. A.nın kızı reel sosyalizmin çöküşünün simgesi olan Berlin Duvarının yıkıldığı akşam, daha dünyaya gelmeden babasının rüyasına girmiştir.

10 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışını annesine telefonla haber verirken “Yeni Çağ’ı görmenin zamanı gelmişti” diyen A.., o gece bir rüya görür. Annesiyle beraberdir rüyasında, sonra annesinin yerini Eleni isimli küçük bir kız alır, şimdi hem kızı hem annesidir, hem geçmişi hem geleceğidir Eleni. Annesinin yarım kalan, hırpalanan rüyasını, başka bir dünya hayalini 21. yüzyıla taşıma umududur küçük Eleni. Babası, büyükannesinin “nehir gibi kokan sular damlıyor parmaklarımdan” sözlerini stüdyoda tekrarladığı sırada çalan telefonda babasına, “önemli bir şey yok elim kanıyor” der. Reel sosyalizmin çöküşünün, barbarlık günlerine dönüşün bütün fırtınalarının torun Eleni’nin ruhunda estiği hissedilir. Eleni, “Bu fırtınanın ortasında doğanlar kuracaklar yeni dünyayı. Onlar duvarlar örmeyecekler. Onlar kimliklerini kaybedip satılığa çıkarmayacaklar. Onlar bizim doğrularımızın, bizim değerlerimizin hiçbirini benimseyip taşımasalar da, yeni bir dünyanın insanı olacaklar.”(2) kehanetini doğrular gibidir. Şiddetin kol gezdiği, anlamın kaybolduğu dünyada ölmek istemekten başka yolu kalmamış gibidir henüz on yaşındaki Eleni’nin. İki Eleni arasında, dün ve bugün ile gelecek arasında salınımlarla ilerler sonrasında film. Umudu diri tutan, hayallerinden başka sığınak bulamayan ve geçmişin büyük rüyasına hâlâ inananlarla rüyasız kalmış, karabasanlar çağının çocukları arasındaki salınımlarla. Bir umudun yitirildiği bir çağın yeni bir umuda açılabilmesi için geçmişle bağlarını koparmamasını, geçmişi tazeleyebilecek umudun gelecekte olduğunu anlatır filmin devamı.

Eleni’nin zorluklarla ulaştığı Amerika’da Spyros’u başka bir hayatın içinde bulması, Jacob’un her yerde Spyros’u arayan Eleni’yi kabullenişle hep beklemesi aradan çeyrek asır geçtikten sonra Jacob’un belleğine bir oyun oynar. Berlin’de onları ziyaret ettiği otel odasını, yirmi beş yıl önce New York’ta Eleni elindeki adresle her yerde Spyros’u aramaya çıktığında hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi onun dönüşünü beklediği otel odasına benzetir Jacob. 1999’un son günündeki Eleni’yle Spyros’un odası bellekte 1974 New York’undaki Eleni ve Jacob’un odasına dönüşüverir. Zaman ve mekân kaymasıyla yaratılan bu geçmemiş geçmiş zaman duygusu A.nın evinde ve Cinecitta stüdyosunda aynı evin sahneye dönüştürülmüş platosunda da yaşanır sık sık.

A. ile Eleni’nin Kanada Amerika sınırında on sekiz yıl sonra ilk kez buluşmaları, Eleni’nin Spyros’u unutabilmek için Toronto’da bir lokantada çalışmaya başlaması, Spyros’un Eleni’yi yeniden bulması birbiriyle iç içe geçerek filmin sonunda bu kez de Spyros’u zamanda ve mekânda yolculuğa çıkarır. New York’dan yurtlarına, Yunanistan’a geri dönmek üzere yolculuğa çıkan Eleni ve Spyros’a yirminci yüzyıl biterken her türlü geri dönüşün imkânsızlığını kanıtlarcasına Eleni sosyalizmin çöküşünü simgeleyen kentte kalır. Jacob’un geri dönüşsüz gidişini öğrenmez ama sezdiği hissedilir bu vedayı. Eleni’nin parmaklarından nehir gibi kokan sular damlar son dakikalarında yine.

“Ölmek istiyorum” diyen torununu buldukları evsiz barınağından almaya gittiğinde bütün ömrünü ortadan kalkması için mücadeleye harcadığı yoksulluk ve sefaleti görmez gibidir Eleni. Umudunu kurtarmaktan başka bir şey görmez gözü. Yeni yüzyılda yaşamaya devam edecek yurtsuz ve umutsuz genç kuşakların sığınakları olmayışı ve devlet şiddetinin hiç değişmeyen yoğunluğu umudun, üçüncü kanadın, meleğin sessizliğinin genç kuşağın eliyle canlanacağı inancına sarılmaktan başka yol olmadığını gösterir.

Ölmeye gidecek olan Jacob ile ölmekte olan Eleni’nin simgelediği eski yüzyıl söner ince ince tozuyan kar altında. 31 Aralık 1999 gecesinde Berlin’de yeni yüzyılı karşılayan, Beethoven’in 9. Senfonisi olur, aynı 1989 yılı sonunda olduğu gibi… Brandenburg kapısından geçer Spyros elini tuttuğu torunu Eleni’yle yeni yıl sabahında, başka bir zamana…

1989’da Aralık sonunda, Brandenburg Kapısı’nın açıldığı günde kentin doğusunda ve batısında kurulan dev ekranlardan yayınlanışıyla simgeleşen 9.Senfoni’nin finaldeki sevinç bölümünde Doğu’da ve Batı’da tüm meydanlardan “özgürlük” sözcüğü yükselmişti. Bu özgürlüğün nasıl bir özgürlük olduğunun, geçilen başka zamanın “ya barbarlık ya sosyalizm” çığlığının geçerliliğini gösterir filmdeki evsizlerin barınağı.

“Burada yatıyor gömülü / Rosa Luxembourg / Polonyalı bir Yahudi / Öncü savaşçısı Alman işçisinin / Buyruğuyla Alman ezenlerin / Öldürüldü. Ezilenler / Gömün bölünmüşlüğünüzü.” diye sesleniyor Berthold Brecht yoldaşı Rosa’ya şiirinde. Rosa Luxembourg ile Karl Liebkhnecht’in 15 Ocak 1919’da Berlin’de, Cornelius Kanalı’na atılarak öldürüldüğü yerde “Onlar barış, demokrasi ve sosyalizm için savaştılar.” yazılı bir levha var şimdi. Berlin’in evsizleri barbarlık çağında yıkık binalara sığınıyor. Rosa Luxembourg’un yüzyıllık seslenişi kulaklarımızda: “ya barbarlık, ya sosyalizm!”

Kapitalizmin özgürlüğü aç kalma, yoksullaşma, yoksunlaşma, polisten dayak yeme, göçe zorlanma, eğitimsiz kalma ve tüketme, sadece tüketebildiğin kadar var olma özgürlüğüdür. 1989’da Brandenburg Kapısı işte böyle bir “özgürlükler” çağına açılmıştır. 1989’daki o geceyi Oya Baydar şöyle aktarır Brandenburg Kapısı’nda Ölüm’de:

“Gecenin rozeti mutlu gülümsemeyi takındım dudağıma. İnsan seline karıştım. Bir daha hiçbir şeyin hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını; bir daha hiçbir zaman kıpkızıl dalgalanan meydanlarda Enternasyonal’i otuz dilden söyleyerek, aynı sorunsuz inanç, lekesiz umut ve kuşkusuz güvenle yürüyemeyeceğimizi; birbirimize öyle tasasız, yalın, gururlu sarılamayacağımızı biliyordum artık. (…)

Henüz başındaydık, henüz kızıl yıldızlar görkemli kubbelerinden sökülüp yerlerde çiğnenmemişti. Yarı-tanrıların dev heykelleri, yüz yıldır intikam gününü bekleyen haçları, saliplerin ve sermayenin zafer çığlıkları arasında yerlerinden indirilip parçalanmamıştı. İnançlarımızla, hayatlarımızla, ölülerimizle kurduğumuz hayal dünyaları, iskambilden şatolar gibi birbiri ardına yıkılmamıştı daha. Çatlayan duvarın deliklerinden, çatlaklarından taşan bu yığınların, yanlışı düzelteceğini, eksiği tamamlayacağını korku dolu da olsa umutla bekliyorduk. Henüz kimliklerimizi ve belleklerimizi yitirmemiştik. Bir çarpışmayı kaybettiğimizi düşünüyorduk, savaşı değil.”(2)

Kaybedilen savaşa yeniden girişmenin yolunu gösterir gibidir Angelopoulos Zamanın Tozu’nun son sahnesinde: geçmişle barışık bir gelecek, rüyanın yeniden başlaması, ütopyanın diriltilmesinden başka yol yoktur artık. Berraklığını yitirmeye başlayan hikâyemizi zamanın tozu altından kurtarmaktan başka çare yok der Angelopoulos Zamanın Tozu’nda.

Dipnotlar:

(1) Mahmut Hamsici, “Theo Angelopoulos: Umudumu hiç yitirmedim”, Radikal, 19 Haziran 2006

(2) Oya Baydar’ın Elveda Alyoşa, kitabı dört bölüme ayrılmış on iki öyküden oluşur. Oya Baydar’ın Berlin Duvarı’nın yıkılışının simgelediği sosyalist sistemin çöküşüyle ilgili anı, gözlem ve duygularını aktardığı kitabın son bölümü Brandenburg Kapısı’nda Ölüm’dür.
Bu bölümde, Berlin Duvarı’nın simgelediği sosyalizmin yıkılışı sırasında yaşananlar sosyalizme inanmış bir Alman kadının ağzından, epizotlar halinde anlatılır.

Kaynaklar:

Alexis Grivas, “Theo Angelopoulos pulls Dust of Time from Venice”, 28 July, 2008, http://www.screendaily.com/theo-angelopoulos-pulls-dust-of-time-from-venice/4040040.article

Alin Taşçıyan, “Bir kadın, bir aşk, bir yüzyıl”, Milliyet, 21 Ocak 2003.

Anastasios Papapostolou, Theo Angelopoulos with «The Dust Of Time» in Mumbai Film Festival” 20 October 2009.

http://world.greekreporter.com/2009/10/20/theo-angelopoulos-with-%C2%ABthe-dust-of-time%C2%BB-in-mumbai-film-festival/

Dan Fainaru (Der.), Theo Angelopoulos, Agora Kitaplığı, Şubat 2006

Mahmut Hamsici, “Theo Angelopoulos: Umudumu hiç yitirmedim”, Radikal, 19 Haziran 2006.

Oya Baydar, Elveda Alyoşa, “Brandenburg Kapısı’nda Ölüm”, Can Yayınları, 1991.

Ronald Bergan, “Angelopoulos pulls the punches at Thessaloniki”, 25 November 2008. http://www.guardian.co.uk/film/filmblog/2008/nov/25/1

Seray Genç, “Zamanın Tozu Geçmişin Üzerindedir”, Halkın Gazetesi Birgün, 23 Ekim 2009.

www.theoangelopoulos.com/upcoming.htm

Film fragmanları için:

http://www.sinemagazin.net/zamanin-tozu-film-izle.html

http://tr.sevenload.com/yayinlar/sinema-com-fragman-kanali/bolumler/5GcuXYN-Zamann-Tozu-2009-The-Dust-Of-Time

Film müziği için:

http://www.ecmrecords.com/Catalogue/New_Series/2000/2070.php?lvredir=712&doctype=Catalogue&acat=Artists%2FNastasa+Sergiu%23%23Sergiu+Nastasa

Angelopoulos üçlemeyi şöyle özetliyor:

"1922 yılında yüzbinlerce mübadil Kuzey Yunanistan’a geldi. Gelenleri barındıracak yer yoktu. Ellerine geçirdikleri her malzemeyle köyler inşa ettiler. Ben kırklı yıllarda Atina’da büyüdüm. İşgal yıllarıydı. Ardından iç savaş çıktı. Atina’nın banliyölerinde de böyle derme çatma köyler vardı. Bu projeyle 20. yüzyılın öyküsünü ve 21. yüzyılın başlangıcını anlatıyorum. Bir üçleme olacak. Bir kadının 3 - 90 yaşları arasını konu alıyorum. Tarih ve zaman içindeki kişisel öyküsünü. İlk film "La prairie aux larmes / Ağlayan Kırlar" Yunanistan’da başlıyor. Buradan Odesa’ya geçiyor. 1919 Kızıl Ordu işgali sırasında. İkinci film "La troisieme aile / Üçüncü Kanat" Özbekistan’da, Taşkent’te başlıyor. Sibirya’ya gidiyor. Stalin döneminin sonunda, 1953’te Moskova’ya geliyor. Macaristan - Bosna sınırında, İtalya’da geçen bölümler var. Üçüncü Film "Le retour impossible / İmkansız Dönüş" 1970’lerde Vietnam Savaşı sırasında New York’ta ve Toronto’da devam ediyor.
"Temel olarak bir kadının öyküsü. Aynı zamanda bir aşk ilişkisinin. Kadın ve erkek birbirlerini ve kendilerini arıyor. Bazen birleşiyor bazen ayrılıyorlar. Yalnızca aralarında geçenlerden dolayı değil tarihi olaylardan ötürü. Beni etkileyen Kral Oidipus, Antigone gibi trajedilerden izler taşıyor. Bu filmde yapmak istediğim bütün bu zaman spanlarından, 20 yüzyıldan bana arta kalanı anlatmak. 20 yüzyıla insanlığın ne tür bir duyguyla başladığını ve devam ettiğini. Bütün bu politik akımlara, insan eylemlerine ne olduğunu anlatmak ki 21. yüzyıla nasıl başladığımızı bilelim. Tarihi bir üçleme değil. Birbirlerinin devamı da olmayacaklar. İlki trajik bir filmi, ikinci bir yol filmi, üçüncüsünde ise fantastik ögeler baskın. Üçü de ayrı türde olacak. Filmlerin dili geçtiği mekâna göre değişecek. Yunanca, Rusça, Özbekçe, İtalyanca, Almanca, İbranice, İngilizce, Fransızca kullanılacak."

Amerika’ya göç
Göç olgusu daha önceki yapıtlarından da bilindiği gibi Angelopoulos’un sinemasına yön veren başlıca etmenlerden biri. Bu bağlamda üçlemeyi de göç üzerine kurguluyor:
"Mübadele bir felaketti. Gelenler, hiçbir şeye sahip olmayan insanlardı. Yüzyıllarca ayrıldıkları yerde yaşamışlardı. Başlarına geleni talihsizlik olarak gördüler. Yavaş yavaş kaynaştılar yeni toplumla. Benim ailem göçmen değil. Kökleri Yunanistan’da. Bu benim öyküm değil. Yakınımızda yaşayan kişilerin öyküsü. Bütün göçmenlerinki. Sadece Türkiye’den gelenlerin değil. Sovyetler Birliği’nden, Mısır İskenderiye’den Afrika’nın başka yerlerinden. Sonra ellilerde Almanya vb. ülkelere çalışmak için göç edenler geri döndü. Sadece Amerika’ya gidenler orada kaldı. Ancak yaşlı köpekler gibi ölmek için evlerine dönüyorlar. Amerika insanları emiyor. Orada yaşayanlar önce Amerikalı sonra İtalyan, Yunanlı her neyse.
"Dünyanın tarihi böyleydi. Devamlı bir göç vardı. Devam edecek. Afrika’dan yoksul ülkelerden göç sürecek. 2010 yılında Avrupa’da 150 milyon göçmenin yaşayacağı tahmin ediliyor. Politik ve ekonomik nedenlerle...
"20. yüzyılın kaderi Amerika’ya göçle belirlendi. Bütün dünya yoksullarının rüyası Amerika’ya gitmekti. Amerika vaat edilmiş topraktı.
"Bizim ölçümüz, Avrupa’nın ölçüsü ne yazık ki artık Amerika’ya bağlı. Ne yazık ki diyorum çünkü ben özerk bir Avrupa özlüyorum. Oysa Avrupa bugün Amerika’nın politikasını izliyor. Bu durumdan hiç de gurur duymuyorum. Bir Avrupalı olarak gurur duymuyorum.
"Amerika, Irak’a saldırırsa tam bir felaket yaşanacak. Korkunç bir değişim olacak. Bütün dünya bu nedenle acı çekecek.
Önce bölge ülkelerinin ekonomisi çökecek, sonra Avrupa ekonomisi".

Rüyamızı kurtaran besteci: Eleni Karaindrou

1982 Selanik Film Festivali’nde en iyi film müziği ödülünü alan Rosa filminin müziklerini yapan Karaindrou, Rosa’nın şarkısında der ki:

“Benim adım Rosa/Çatıların üzerinde/Rüzgârın ötesinde esen/Ruhun şarkısıyım/Dünyayı değiştirmeye çalıştım/ve rüyamızı kurtarmak için bir şarkı oldum sonra…”

Rosa Luxemburg için yapmıştı bu şarkıyı Karaindrou.

Yıllardır birlikte çalıştığı Angelopoulos için yaptığı film müzikleriyle rüyamızı kurtaran şarkılara imza atan Kariandrou çocukluğundan akıp gelen “Rüzgarın, kiremit çatıdaki yağmurun, koşuşan suların müziğini, bülbüllerin şarkılarını. Sonra, kar sessizliğini”, duyan; küçük köy meydanındaki festivallerde çalınan klarnet ve flüt seslerinin yankılarına kulak veren; kadınların mısır soyarken söyledikleri türküleri dinleyen; sırtüstü uzanıp yıldızları sayan; kiliselerde çalınan Bizans müziğinin içinden geçen; köyünden Atina’ya gelip elektrikle, radyoyla ve arabalarla tanıştığında evinin yanındaki sinemadan taşan” müziği yazıyor yine Zamanın Tozu’nda.


Angelopoulos, henüz ikisi de gençken Karaindrou’yla çalışmaya başlamalarını ve birlikte yaşlanmalarını anlatırken bunun bir seçim değil adeta bir kader olduğunu söylüyor bir söyleşisinde ve birlikte çalışma hikâyelerini şöyle anlatıyor:

“Eleni ile nasıl çalışmaya başladım biliyor musunuz? Başka bir film için müzik yapmışlığından haberim vardı. Onunla ilk karşılaşmamda, karar vermek için onu tanımam gerektiğini, bunun için de konuşmamız gerektiğini söylemiştim. Evime yanında bir kayıt cihazıyla geldi. Ona birlikte çalışıp çalışamayacağımızı bilmediğimi ama filmin hikâyesini anlatmak istediğimi söylemiştim. Filmin hikâyesini anlatmaya başladım, yaklaşık iki saat konuştum ve o da tüm bu konuşulanları kaydetti. Ben belki görüşürüz belki görüşmeyiz derken, bir hafta sonra elinde bir kasetle geldi. Kasette bir müzik parçası, piyano parçası vardı. 'Sizin konuşmanızı koydum ve dinlerken bunu çıkardım nasıl buldunuz?' diye sordu. Ve bu, filmin müziğiydi! Şimdi bile her seferinde bana bir kayıt cihazıyla gelir, anlattıklarımı kaydeder ve sonra müziği yaratmaya çalışır. Dolayısıyla bu buluşma bir aşk gibiydi, aramızda bir çekim oluşmuştu. Tüm çalışma arkadaşlarımla aram böyledir. Sadece profesyonel insanlarla çalışmam. Ekibimdeki insanlarla kişisel ilişkim vardır. Söylediğim gibi, hepsi benim ailemdir. Mesela dekorcu, sadece orada çalışan biri değildir, ona sahneyi anlatırım, filme katılmasını isterim, sahneyi bitirdiğimizde bu sahnenin yardımcı 'auteur'ü duygusuna sahip olur.”(1)

Karaindrou Zamanın Tozu’ndaki derin melodik kompozisyonlarda sadece keman, çello ve arp’ın enstrümantal renklerinin hassas uyumunun değil, müziklerin yapımına katkı veren üç müzisyenin benzersiz kalitesinin de çok önemli olduğunu vurguluyor. Yunanistan’da yaşayan bu müzisyenler, Arnavutluk ve Romanya doğumlu Sergiu Nastasa, Renato Ripo ve Maria Bildea. Sergiu, Renato ve Maria. Onların kendi müzik geleneklerinin (tsiganiko) ve hassasiyetlerinin enstrümanlarını çalışlarındaki titreşimi etkilediğini düşünüyor Karaindrou ve şöyle sesleniyor onlara:

Birkaç nota, nehir kıyısında bir dans,

Solan bir temas, bir ayrılık.

Esir hayatlar

Ve bir asır kayboluyor,

Tozla kaplayarak

Şairlerin rüyalarını.

Nostalji şarkısı

Ruha işliyor.

Sergiu, Maria, Renato,…

Teşekkürler size

Benimle söylediğiniz için bu şarkıyı

Filmin müzikleri:

  1. Kaybolmuş Zaman (Le temps perdu)
  2. Dans Teması Varyasyon II
  3. Notalar
  4. Arayış Varyasyon II
  5. Nehir Kıyısında Vals
  6. Çözülen Zaman I
  7. Tsiganiko I
  8. Dans Teması Varyasyon I
  9. Arayış
  10. Sibirya Anıları
  11. Çözülen Zaman II
  12. Notalar II
  13. Tsiganiko I
  14. Arayış Varyasyon I
  15. Dans Teması
  16. Sıla Hasreti
  17. Nostalji Şarkısı
  18. Yalnızlık
  19. Elveda